Abdulhamid ve Kemalist Kadrolar III

Abdulhamid İN AHI

ATATÜRK ÖLELİ 77 SENE OLMUŞ 1950 DEN SONRA DEVAMLI SAĞ İKTİDARLAR TÜRKİYEYİ
YÖNETMİŞ HALA ATATÜRK e ÇAMUR ATIYORLAR. ATATÜRK 1923 TEN 1938 KADAR 15 YIL GİBİ
KISA BİR SÜREDE TÜRKİYEYİ DEĞİŞTİRDİ.1950 DEN SONRAKİ İKTİDARLAR DİNİ KULLANDILAR
İSTİRMAR ETTİLER ÜLKEYİ DEĞİL CEPLERİNİ DOLDURMAYI YEMEYİ DÜŞÜNDÜLER.

1877-78 savaşının Osmanlı Devletinin aleyhine neticelenmesi Arap milliyetçiliği fikrini kendilerine
bayrak edinen Arap aydınlarının faaliyetlerini de artırmasına sebeb oldu. Ozellikle Suriyeliler bu
dönemde Suriye’nin geleceği üzerinde fikir yürütmeye başladılar. Bu grubun başında
Ahmed El-Sulh vardır. Beyrut ve Sayda’da nüfuzlu kişileri kendi soyuna safına çekmeye çalışan bu
şahıs, bu arada’Cezayirli önder Emir Abdülkadir’i de ziyaret eder. Aynı zamanda birçok kişilerle
Hama, Humus,Haleb, Lazkiye’de yapılan temaslarda Şam’da gizli bir kongrenin yapılarak,
Şam vilayetinin bağımsızlığının ilan edilmesine ve Emir Abdülkadir’in Suriye vilayeti yöneticisi
olarak tayin edilmesine karar verilir.
Ancak, Emir Abdülkadir Osmanlı hilafetiyle bağlann kopanlması fikrinde değildir. Kongrenin büyük
çoğunluğu da emirle aynı fikirleri taşımaktadır.
Kongrede yine çoğunluk Türk-Rus savaşının sonucunu beklemek taraftarıdır. Eğer işgalci güçler
bu savaş sırasında Suriye’yi işgal etmek isterlerse, bundan faydalanılarak Suriye’nin bağımsızlığı
istenilebilirdi.
Ancak yabancı işgali için bir istek vuku bulmazsa, Mısır ve Balkan ülkelerinde olduğu gibi bir
otonomi istenebilirdi. Bu gayelerle toplanan kongre 30 kadar lider ve eşrafın katılmasıyla
faaliyetlerine başladıç Ancak kısa bir süre sonra da dağılmak zorunda kaldı. Kongre üyeleri
kongrenin aldığı kararları duyurmak için etrafa yayıldılar. Ahmed EI-Sulh bir kez daha Cezayirli
Emir Abdülkadir ile buluşmasına rağmen Berlin kongresinin beklenilmeyen bir şekilde
sonuçlanması bu kararları daha ileri götüremedi.
Ancak bütün bu gelişmeler hareketin ihtilalci karekterini önleyemedi.3,4 yıl bu şekilde gizli bir
hususiyet arzeden cemiyet, gayelerini tahakkuk ettirmek üzere 1880’de kimin yazdığı belli
olmayan afişlerini Beyrut caddelerine asmaya başladı. Bütün bu faaliyetleri cemiyetin ,genç
mensubları yürütüyorlardı. Bu gençler beyannameleri kopye ediyorlar, çoğaltıp etrafa
dağıtıyorlardı. Böylece Beyrut şehrinin duvarları yapıştırılan bu yaftalarla doldurulmaya
başlanmıştı. Aym zamanda çeşitli beyannameler hazırlanarak Suriye’nin çeşitli yerlerine
dağıılıyordu. Bu beyannamelerde Türk idaresinin kötülüğünden, şanlı geçmişi olan Arap milletinin
varlığından ve bağımsızlığından bahsediliyordu.Nitekim Mısır’dan Osman Bey isminde bir
görevlinin 17 Şaban 1298 tarihiyle yolladığı arizaya dercedilen yazıda yeralan beyanname
hareketin ihtilalci vasfım gösteriyordu. Mahiyeti itibariyle önemli gördüğümüz bu beyannamenin
metni şöyledir: Arap Milletinin Beyannamesidir:
“Ey Müslümanlar!
Bir hayli kurunlargüzeran etmiştir ki, gerek Arab milleti ve gerek millet-i Mesihiyenin Türk’ün
pençe-i inekide ve zulmünden çektikleri enva-ı felaket ve mucib-i harab ve izmihlal-i bilad ve
memleketinizi netice vermiştir.
Hatta şimdiki hal bizleri isal eylemiştir. Ve bununla beraber elyevm vukuu melhuz bulunan
muharebeye metkır olmak üzere bizlerden iane matlub edilecektir. Ve iş bu muharebeye güya
hukukumuzu mütkıfaa ve düşmanı biladımızdan mütkıfaa içindir, deyu tkıva edeceklerdir. Ve iş
bu Türkler ahd-i karibe kadar Rum ve Bulgar gibi tebalarına zulm ederek Karadağ ve Sırb ve
Boğdan ahalisinden vergü namiyle haraç ahzederlerdi.lakin şimdi onlar istiklaliyyet şerefine nail
olalı Türkler içün onların kanlarını içmeğe medyun kaldığı cihetle şimdi artık bütün efkarlarını
Arap milleti tarafına çevirip altıyüz seneden beru mecbül oldukları zulmü haklarındai cra
edeceklerdir.
Ey Arap Milleti!
Malumunuzdur ki, geçende vuku bulan Rusya ve Sırb ve Karadağ muharebeleri sizlerin kan ve
malınız ile olup harp (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) esnasında evladınızı ileri sürmüş ve mükafat
sırasında gerüye bırakılmışlardır, Belki onlara cibanet ve hiyanet nisbet ederek Fellahlar
yani Araplar harbden firar etmek içün parmaklan katederler, idi demişlerdir. Ve şimdiye kadar
bizlerdenferiklik ve livalık ve miralaylık rütbesine bile nail olmuş yoktur. Ancak bu rütbeler kendi
vatanıanna ihanetlik eden ve şeref-i namuslarını düşmana füruht eyleyen Türkler’e hasredilmiştir.
Ve muharebeden pek azı kurtularak vatanıanna avdet etmiş olan evladımız ise devletden bir
mikdar maaşa nail olmak şöyle dursun, ihanet ve zulüm ve hakarete mazhar olmuşlardır. Tezekkür
ediniz ki aba ve ecdadınız ne derece şerif ve şecaat ve ne mertebe gayret ve hamiyyet gibi
syat-ı memduhe ile muttasıflar iken şimdi kendi halinize nazar eylediğiniz takdirde halet-i makuse
müşahade edersiniz. Ve Türk devletinin pençe-i esaretinden ve kabza-i istabdadisinden kurtulup
saha-i istiklilliyete ve vasıl olanların haline nazar edersiniz. Onlan gıbta olunur bir haletde ve
refahta ve mücazat ve mükafata adilane bir halde görürsünüz. Ve sizler ise ettiğiniz sadakatın
semeresi olarak hakkınızda Türk’ün taaddiyatını görürsünüz. Acaba ne vakte kadar uykuda ve ne
zamana kadar gaflette kalacaksınız, Bilmezmisiniz ki, Yunan ile muharebe edilür ve ol
muharebeden sonra Türk devletinin kuvvet ve iktidan kalmayub, artık sizlere teveccüh
ederek kanlarınızı emmek ve emvalinizi nehb ve nisanızı ve genç oğlanlarınızı hekt eylemek
gibienva-ı zulm ve tesaddi icrasına mecbul olacaklardır. Ve sizlere vaad eyledikleri şeylerin
husulü şöyle dursun,dürlü, dürlü vaadler ile aldatıp altıyüz seneden beri sizleri ettikleri hile
ve gaŞydan geri durmayacaklan derkardır. Vatanınızın hukukunu muhafaza içün düşmanı müdafaa
etmek üzere diyerek sinin-i atiye vergü ve şehr tekalifine mahsuben sizlerden akçe matlub
edeceklerdir. Halbuki öyle olmayub nukud ve emvalinizi safahat ve israfa sarf eyleyeceklerdir.
Ve düşman karşısında kanlannızı döktükten sonra bütün bizleri Yunan’a satub sizlere cevab olarak
(mukadderat-ı ilahiye böyle imiş) diyeceklerdir.
Ey Müslümanlar!
Nazar ediniz ki, iş bu Türkler biladımızı Rusyolu ve Sıblu ve Karadoğlu ve Bulgar nasıl derk ve
furuh etdiler. Namuslrıanı ne suretle Rusyaluya ve muahharen evvelki gün Karadoğlu’ya bey’
etdiler. Ve bundan sonra Yunan’anice yerler füruht olacaktır. Göreceksiniz. Türkün sahte
ihtimam ve techizatına mağrur olmıyasız. Zira bilahere gerek biladınızı ve gerek sair müslüman
kardeşlerinizin vatanlarını düşmana teslim eyleyeceklerdir.
Ey din karındaşlarımız ne vakte kadar sükut edeceksiniz.
Cebel-i Lübnan ahalisi gıbta olunur bir halde değilmidir. Ve Mısır ahalisinin dahi suret, refah ve
rahatları ne mertebeye varmıştır. Bunların nail olduklan rahat ve asayiş haline sizler nail
olabilecekmisiniz. Ve şeref-i istiklaliyete nail olmanız içün kanlarınızı akıtmalısınız, Sırblulara ve
Bulgarlara ve Rum-Eli ahalisine nazar ediniz ki, onlardan ümera ve vüzera ve ayan ve zabitan ve
kübera ve memurin mevcuddur. Sizler nerede, onlar nerededir. Sizden bugünde bir emir veya bir
vezir veya bir müdir varmıdır? Büyük ve küçük herbiriniz hakir ve fakir, mal ve a mendl ise bütün
Türk elindedir. Girid Ceziresi ahalisini görünüz ki, istikldliyeti nasıl istihsal etdiler.
Ey Müslümanlar!
Sizler bahadır olduğunuz halde kavm-i Arabsımz. Işinizi istiklale ihale ediniz. Zira ecdadımız
hürriyetle yaşayıp harb ve kıtalde kesb-i iştihar etmişlerdir. Sizler ise hukukunuzdan gafil ve
vazifenizden naimlersiniz.
Ve bu gafletde kalır iseniz nadimlerden olursunuz.
Ey Suriye Mesihfleri!
Müslümanlar ile ittihad ediniz ve hürriyetinize nail olmağa kesb-i istidad ediniz. Zira Türkler
sizlerden haşyet ederler. Ve içinizde bulunan konsoloslardan havfederek gerek sizlerin nisa ve
iyallerinizin hürriyetlerini hedk edemezler. Heman ihvammz müslürrranlarla beraber hulus-ı
kalb ile ittihad ediniz. Çünkü böyle umur ve mesalihinizin mercii birdir.
Ey Müslümanlar ve Ey Mesihfler!Türk elinden bizim halas ve necat bulmamız kelime-i vahide ve
yed-i vahide mütevakkifdır. Bunların hulusiyle millet-i Arab Türk’ün esaretinden kurtulur. Işte
şimdi harb-i ahire zamamdır ki, fırsatı iğtinam ediniz.
Yoksa haib ve hasir kalırsınız. Zinhar ve zinhar Türklere evladımzdan bir nefer malımzdan bir
dirhem vermiyesiz. Zira Türkler onların din ve dünyalan dirhem vermiyesiz. Zira Türkler bilad ve
vatanlarınızı füruht etmek efkanndadırlar. Zira onların din ve dünyaları dirhem ve dinar, ahiretleri
azab-ı nar ve arsızlık onlarca iftihardır.7 Rebiu’l-Sani Fi 98″
Görüldüğü üzere beyanname Osmanlı Devletine ve Türklere karşı Arapları isyan ettirme gayesiyle
kaleme alınmıştır ve ihtilalci bir karekter taşımaktadır. Esasen beyannamenin büyük kısmında
müslüman Araplara hitab edilmesi Arap ayrılıkcılık faaliyeti içinde o zamana kadar Hıristiyanlar
ölçüsünde aktivite göstermeyen müslüman Arapları ve hareket içine entegre etmektir. Temel
gaye ise Hıristiyan ve Müslüman Arapların bu harekat içindeki organizasyonu temin ederek
Türklerin karşısına daha kuvvetli bir halde çıkmaktır. Şüphesiz ki ve bunun gibi aynı mahiyet
arzeden beyannameler cemiyet tarafından Suriyenin her tarafına neşredilmişti.Osmanlı
yönetiminin bu tür ihtilalci hareketler karşısındaki tavrı, ne olmuştur. Esasen şunu belirtmek
gerekir ki Sultan Abdülhamid bu gelişmeler olur olmaz durumu Beyrut’da incelemek için elemanlar
görevlendirmişti.
Osmanlı mülki makamları tarafından evlerde aramalar yaptınlıyor ve bazı şüpheli kişilerin
tutuklanması yolunda tedbirler alınıyordu. Rivayetlere göre Suriye valisi Mithat Paşa bu gizli
cemiyetin varlığından haberdar idi. Esasen Mithat Paşa Suriye valiliğine büyük ümitlerle
atanmıştı. Paşanın çeşitli yerlerdeki valiliklerde olağanüstü başarılar göstermesi onun bu
yeni vazifeye atanmasında etkili olmuştu.
Suriye valiliğine atanan Mithat Paşa ise Mabeyne gönderdiği yazı ve layihalarda Suriye’de Osmanlı
devletinin aliyhine cereyan eden vahim duruma bir nebze olsun elmas etmek lüzumunu
hissediyordu. Nitekim 12 Muharrem 1296 tarihiyle gönderdiği yazıda Suriye Vilayetinde göreve
başladığı anda devlet otoritesinin ve hizmetlerinin dumura uğramış olduğunu ve 1877-78
Osmanlı-Rus Harbinin kötü gidişi iyice hızlandıdığını belirterek alınan tedbirlerin yetersiz bir
durumda kaldığını, eğer gerekli çareler bulunmazsa durumun daha da vehamet kesbedeceğini
beyan ediyor ve şunlan söylüyordu: “Bu cümle ile beraber iş bu kıtanın mevki ve mahalere fark ve
ihtilafi gibi sekene-i mevcuresi dahi İslam ve Hıristiyan ve Dürzi ve Nusayri ve mütevali asair ve
urban olmak üzere birtakım kabail-i multelifeden mürekkeb olarak içinde tahrikat ve teşvikat
icabına uğramış ve dürlü dürlü efkar ve amale düşmüş birtakım halk dahi bulunmayla
bunlanrın nesk-i vahid üzere ve mutarıt bir bir icade ile ıslahı halleri hasıl ve kabil olmayarak.
Suriye hakkında ilgili yazısıyla daha sonra göndereceğini beyan ettiği layihasında Mithat Paşa
Suriye’nin Arap, Türk, Türkmen, Dürzi, Nusayri,Rum, Maruni, Katolik, Protestan, Süryani,
Ermeniler başta olmak üzere dinleri ve dilleri ayrı 24 paşaya göre böyle yapıya sahip olan ülkenin
İngiltere ve Fransa’nın Dürzi ve Marunileri himaye etmek yoluyla Suriye ve Lübnandaki bu kanşık
durumu iyice hızlandırdığı görülüyordu.
Hatta Maruni ve Dürziler bu himaye dolayısıyla elde ettikleri imtiyazatın genişlemesi isteğine
düşmüşlerdi.

DERLEYEN KAFKASYILDIZI

Abdulhamid ve Kemalist Kadrolar II

Abdulhamid İN AHI

ATATÜRK ÖLELİ 77 SENE OLMUŞ 1950 DEN SONRA DEVAMLI SAĞ İKTİDARLAR TÜRKİYEYİ
YÖNETMİŞ HALA ATATÜRK e ÇAMUR ATIYORLAR. ATATÜRK 1923 TEN 1938 KADAR 15 YIL GİBİ
KISA BİR SÜREDE TÜRKİYEYİ DEĞİŞTİRDİ.1950 DEN SONRAKİ İKTİDARLAR DİNİ KULLANDILAR
İSTİRMAR ETTİLER ÜLKEYİ DEĞİL CEPLERİNİ DOLDURMAYI YEMEYİ DÜŞÜNDÜLER.

Fransa başta olmak üzere Avrupa devletlerinin Arap alemiyle ilgilenmeye başlamaları sadece
siyasi ve stratejik sahada kendini göstermemeşi,fikri ve ticari alanlarda da isbat-ı vücut etmişti.
Bu cümleden olarak Avrupa Üniversitelerinde Arapça kürsülerin kurulması ve Avrupa sermayesine
dayalı şirketlerin teşkil edilmesi gibi faaliyetler göze çarpıyordu.
Ancak tabiatiyle Arap milliyetçiliğinin vücut bulmasında en etkili faktör, Arap dünyasının XiX.
yüzyıl başlarından itibaren Batı alemiyle çeşitli yollardan temasa geçmesiydi. Bu teması
sağlıyanlar misyonerler,Batı okulları gibi başlangıçta sadece entellektüel bir karekter gösteren
aktivitelerdi.
Arap fikri uyanış hareketini harekete geçiren unsurlar şüphesiz ki Hıristiyan Araplar olmuştur. Bu
hususta potansiyel gücü teşkil eden Ortadoğu ülkesi de Lübnan’dır. Tabiatiyle Lübnan’ın bu
hareketlere beşik olmasının bazı sebebIeri vardır. Bunlardan birincisi; Lübnan’ın Hıristiyan
Araplar vasıtasıyla Hıristiyan Batı alemine yakın kültürel takib eden yıllarda Fransız ihtilali
fikirlerini tanıtmak üzere yazılmış eserlerin Arapçaya tercümesi ve buna Arap Dili ve Edebiyatı
sahasındaki kitapların da eklenmesi Lübnan’daki fikri hareketliliğin de temel unsurunu oluşturur.
Bunu takiben Arapça dergi ve kitapların neşredilmeye başlanması ve dışarıya yapılan göçler
(özellikle Amerika’ya) bu tür faaliyetleri iyice hızlandırmıştır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki,
başlangıç safhalarında bu faaliyetleri yürütenler sadece Hıristiyan Arap unsurudur. Bunun da
temel nedeni,bu unsurun Avrupa kültür ve lisanına aşina olarak kültürel bağlarını şekillendir
mesidir.
Başlangıçta sadece entellektüel bir karekter arzeder bu faaliyetler daha çok Suriyeli aydınlar ile
bilhassa Beyrut Amerikan Universitesinde öğrenim görmüş Hıhistiyan Lübnanlı unsurların fiili
yoğunluğunda oluşuyordu.
Bu suretle Lübnan Arap dünyası Batılı fikirlerin (milliyetçilik, demokrasivs.)girdiği bir köprü
vazifesini görmekteydi.
Diğer taraftan bu kültürel ilişkilerin kurulmasında Lübnan’ın coğrafi mevkiinin de önemli bir rolü
vardır. Zira Lübnan ilmi ve kültürel ilişkileriyle adeta Avrupa Devletlerinin Ortadoğudaki İslam
Dünyasıyla ilişkisini sağlıyan önemli bir köprü vazifesini görmekteydi. Bazı Avrupalı tüccarlar
Lübnan şehirlerinde oturuyor ve yerli halkla sadece ticari alanda değil, kültürel ilişkilerini de
sürdürüyorlardı. Hatta bu ticari ilişkiler o seviyeye gelmişti ki, Beyrut şehrindeki mağazalar
tamamiyle Avrupa mamülü mallarla dolmuştu./
Tabiatiyle Arap milliyetçilik duygusunun uyanış sebepleri senelerce bu tür açıklanamaz. Bilindiği
üzere 1856 Islahat Fermanının azınlıklara ve gayr-i müslimlere okul açabilme ruhsatı vermesi,
belki de en önemli aktivİtesini Lübnan’da göstermişti. Esasen 1831 den sonra Cizvitlerin
Beyrut, Halep, Şam gibi merkezlerde okullar açması müstesna tutulursa,bu yöndeki asıl faaliyet
1856’dan sonra ortaya çıkmaktadır. Nitekim Lübnan’da 1860’da yabancılar tarafından açılan okul
sayısı otuzüç buluyordu.Bu okulların en büyükleri sonradan “Beyrut Amerikan Universitesi”
adını alacak olan Suriyeliler Protestan koleji ile Cizvit Saint-Joseph Üniversitesi idi. Bunlardan ilki
1866’da diğeri de 1875’de kurulmuştu.
Özellikle Hıristiyan Arap gençlerine uygulandığı eğitim bakımından Suriyeliler Protestan Kolejinin
önemli bir rolü vardır ..Zira burada uygulanan eğitim, mutad derslerin ve lisanın (Arabça, Ingilizce,
Fransızca,Türkçe ve Latince) yanısıra Arabların Eskiçal: Tarihi gibi dersler de müfredatta
yer almaktaydı. Müslüman unsurun çocuklarını nadiren gönderdiği bu okullar tabiatiyle Arap milli
şuur ve duygusunun yeşerdiği ve ye şertildiği mekanlar olmuştur.
Bu okullardan Arab milliyetçilik fikrinin önderleri diyebileceğimiz bazı şahsiyetlerin yetiştiğini
belirtmemiz gereklidir. Bunlardan birincisi Lübnan’a Hıristiyan bir ailenin çocuğu oıarak dünyaya
gelen Nasif. Yazıcıdır.
Ozellikle Yazıcı araştırmalar ve yazdığı eserlerle ünlüdür. Ozellikle çevresine topladığı gençlere
Arap milli duygusunu aşılayacak bir ortam hazırlamıştır. Yazıcı daha çok gençlere dil itibariyle
İslamlıktan önce şanlı bir Arap geçmişi olduğu şuurunu vermeye çalışmıştır.
Lübnanlı Hıristiyanlara milli şuur aşılamaya çalışan ikinci şahıs Butrus el-Bustani (1819-83).
Manıni cemaatine mensub bir aileden dünyaya gelen Bustani, Nasef Yazıcı’dan daha kuvvetli bir
tahsil görmüş, Arapça ve diğer diller üzerindeki hakimiyetini genişletmiştir. Ozellikle
Beyruttaki Ingiliz ve Amerikan konsolosluklarıyIa yakın teması olan Bostani Beyrut Amerikan
Universitesinde dersler vermiş ve 1863’de “ElMedresetü’l-Vataniyye” adıyla bir okul tesis etmiştir.
Bu okulda Arap dili ve diğer’ ilimler tedris ediliyordu. Arap diline olan sevgiyi kuvvetlendirme
yolunda çalışmalar yapan Bostani “EI-Muhit” lügatiyle, “Dairetü’lMaarif’adını taşıyan ansiklopediyi
yayınlıyordu.
Bostani’nin çalışmaları sadece akademik sahada değil aynı zamanda fikir bazında da olmuştur. O
öğrencilerine Avrupayı çok iyi tanımalarını öğütlüyordu. Onun fikirlerine göre bugün gelişmiş olan
ve medeniyet hocalığı yapan Avrupa, medeniyet namına ne öğrenmişse ArabIardan öğrenmişti.
Araplar bu şanlı geçmişlerine bakmalı ve gururlanmalıydılar. Ona göre yakın zamanlarda ArabIarı
ilerleten ve geliştiren, Mehmed Ali Paşa,Katolik ve Protestan misyonerlerine Arablar teşekkür
borçlu idiler. Bustani’ye göre Arab dünyasının Avrupa’dan iktibas etmesi gereken iki şey
vardı. Bunlardan birisi milli birlik duygusu, diğeri de eşitlikti.
Lübnanda ortaya çıkan 1859-60 olaylarından sonra Bustani’nin siyasi cihetteki faaliyetleri
Lübnan’ın ilk siyasi gazetesini çıkarmasına sebeb oldu. Gazetenin adı “Nefır Suriye” (Suriye
topluluğu) idi. Bustani bu gazetede tıpkı Jön-Türkler’ de olduğu gibi vatan sevgisi konusunu
işliyordu.
O Osmanlı Devleti içinde ayri bir “Suriye” vatanı düşünüyor ve Tahtavi’nin daha önce Mısır’da
taşıdığı fıkirlerle paralellik arzediyordu. Arap ırkı fIkrini siyasi olarak gündeme getiren yine
Bostani’dir. Ona göre Araplardin taassubunu ortadan kaldırarak ortak Araplık şuuru etrafında
birleşmeliydiler.Lübnan’da milliyetçilik şuurunun gelişmesinde etkili olan unsurlardan
birisi de ilim ve fikir cemiyetleridir. Bunların ilki Yazıcı ve Bustani’nin de üyesi olduğu “Sanat ve
ilimler Cemiyeti”dir. Diğer üyeler Lübnan’da Amerikan misyoner teşkilatının üyesi olan Eli Simith
ve Comelius Van Dyek gibi yabancılardı.İki yıl gibi bir süre içinde cemiyetin üye sayısı elliyi
bul’lluştu. Bustani aynı zamanda cemiyetin sekreterliği ni de yapmaktaydı. Uyeleri arasında
Müslüman ve Dürzilerden kimse yoktu. Cemiyetin gayesi Araplar arasında öğrenmeyi ve
aydınlanmayı sağlamaktı. Dolaylı olarak Arap uyanışının temellerinin atılmasında bu cemiyet etkili
olmuştur.
Bu cemiyetlerin ikincisi 1850’de Cizvitler tarafından kurulan, “Orienta(Şarkiyat) cemiyeti”dir.
Ancak bu cemiyet kısa bir müddet sonra faaliyetlerini sona erdirmek zorunda kalmıştır.
Ancak bu cemiyetlerin üçüncüsü fakat en kapsamlısı olan “ElCemiyyetü’l-İlmiyye
El-Suriye” 1857’de kuruldu. Ancak bu cemiyetin diğeı)kisinden farkı üyeleri içinde Müslüman ve
Dürzilerin de yeralmasıdır. Uyeleri içinde Dürzi Emir Muhammed Arslan ve Hüseyin Baihum
gibi kişiler de vardı. 1860 olaylarından sonra bir müddet faaliyetlerini askıya alan cemiyet
dahasonra tekrar aktivitesine kavuştu. Hatta üye sayısını genişleterek İstanbul ve Kahire’de
şubeler açmaya muvaffak oldu. Şurası muhakkaktır ki, bu cemiyet Arap milli şuurunun
gelişmesinde diğer bütün cemiyetlerden daha aktif bir rol aldı. Nasif Yazıcı ‘nın karındeşi Ib-
rahim Yazıcı da cemiyette aktif rol oynayan üyelerin abaşında geliyordu.
Ozellikle İbrahim Yazıcı Arap ırkının eçmişteki başarılarını, Arap Edebiyatının mükernmelliğini ve
Arapların şanlı geleceğini yazılarında ve şiirlerinde işliyordu. Aynı zamanda Yazıcı okurlarına bazı
mesajlar da iletiyordu.
Bu mesajlarında Yazıcı, kötü Türk idaresine karşı Suriyelileri birleşmeye çağınyordu.
Suriyeli Hıristiyan Arap .yazarları bu önemli şahsiyetıerin dışında Nevfel, Selim Nevfel, Miliail
Şuhade, Sem’an Kulhum, George Feyat,Resfan Dımeşki gibi Arap Dili ve Edebiyatının
canlandırılmasına çalışan kişileri de görmektedir.
Osmanlı yönetimine karşı gelişmeye başlıyan Arap Milliyetçilik hareketinin en önemli
merkezlerinden birisi de Beyrut şehridir. Arap dünyasında ilk gazeteler Beyrutta yayınlanmıştır.
Lübnan’ın ilk gazetesi olan “Hadikatü’l-Ahbar” Halil Huri tarafından 1858’de neşredilmiştir. Yukarı
da zikri geçen cemiyetlerin de Beyrutta teşkil edildiği görülmektedir. Bu yönüyle Beyrut Arap
milliyetçilik ve bağımsız hareketinin ilk önemli şehridir.Tabiatiyle Arap milliyetçilik hareketinin
doğuşunda o sıralarda fikri temelleri atılıp siyasi aktiviteye geçen Jön-Türkler ve fikirlerinin
de’tesiri olmuştur. Özellikle Türkçe üzerindeki yeni eserler ve Osmanlı Tarihinden ayrı Yeni Türk
Tarihi yazma çabalan (Süleyman Paşa ve Ahmet Vefik Paşa gibi) esasen Osmanlı Devletine karşı
bir hareket olarak şekillenen Arap aynlık faaliyetlerinin iyice su yüzüne çıkmasında Arap aydınları
için iyi bir örnek oluşturacaktır. Nitekim 1870’i takib eden yıllarda başta “Basiret” gazetesi olmak
üzere basın ve yayında ortaya çıkan yazılar, bu fikri aksettiriyordu. Ozellikle Osmanlı Jön-Türk
fikriyatının ve Arap aydınlanma aksiyonunun hemen hemen aynı yıllarda 0rtaya çıkışı aslında
tesadüfi olmayan bir gelişmeydi. Tabiatiyle bu husus Islam dünyasının Avrupa fikriyatından
etkilenme sürecinde hemen hemen aynı gelişmeleri gösterdiğinin de bir göstergesiydi.
1860 ve 1870 yılıan arasındaki dönemde Beyruttaki neşriyat faaliyetlerini biz daha çok Jön-
Türklerin fikirleriyle eşdeğer olarak görüyoruz.
Bu naşirlerden birisi de Ahmed Faris EI-Şidyak’dır. Bu dönemde çıkan gazetelerden birisi de
Butrus EI-Bustani tarafından faaliyete geçirilen “EI-Cinan” dergisidir. Bu dergi Osmanlı Devletinde
eşitlik, hürriyet ve biraz da laisizm fikrini savunuyordu.
Bütün bu fikri gelişmelerin tesiriyle ilk siyasi teşkilatlanma 1875’e doğru başlamıştır. Suriye
Protestan kolejinde okuya bazı gençler (ki bunların sayısı 5’ti) Butrus EI-Bustani’rrin liderliğinde
gizli bir cemiyet kurdular.
Bunların gayesi Müslüman ve Dfuzileri de bu gizli teşkilata dahil etmekti. Çok geçmeden cemiyet
22 kişiye ulaştı. Beyruttaki mason localarıda bu teşkilatlanmada bir hayli etkili olmaya başladı.
Teşkilatın merkezi Beyrut’tu. Çok geçmeden Şam, Trablus ve ‘Sayda’da diğer şubeler açıldı. Bu
teşkilata üye olanların fikirleri ihtilalci karekter taşıyordu.
Sultan Abdülhamid’in tahta oturduğu sıralarda Lübnan ve Suriye bu tür hareketlerle adeta
çalkalanır bir vaziyetteydi. 1876 I.Meşrutiyetin ilan edilmesi ve Meclis-i Mebusanın kapatılması
Araplann reform hususundaki isteklerinin artarak devam etmesine sebeb oldu. Beyruttaki ilk
Arapça gazete olan “Lisanü’l-Hal” bu gayeyle neşredilmeye başlandı.
Halil Serkis bu gazetede Lübnan ve Ortadoğu’da reformlar isteğiyle bir çok makaleler
neşrediyordu. Ancak Kanun-ı Esasinin yürürlükten kaldı nImamasına rağmen meclisi kapatarak
sadrazamlıktan uzaklaştırdığı Mithat Paşa’yı 1878 tarihinde Suriye valiliğine ataması bölgede
büyük ümitler meydana getiriyordu.
Abdülhamid yönetiminin gittikçe kuvvet kazanan merkezi idaresine karşı tabiatiyle en büyük tepki
Suriye’den geldi. Esasen bu sırada Lübnan ve Suriyedeki Arap aydınları iki gruba ayrılıyorlardı.
Bunların birincisi aydınlanmamış elit tabaka olarak vasıflandırılan gruptu. Bunlar Arap
milIiyetçiliğinin tohumlannı ekiyorIardı. İkinci grup ise, organize edilmiş Arap milliyetçilik hareketi
idi. Birinci gruptan olanlardan birisi de Faris Nimr Paşa’ dır.
Hıristiyan Araplara göre Osmanlı Devleti kendilerinin devleti sayılmazdı.
Ancak onlar çok geçmeden başarılı olmanın tek şartının Müslüman Araplann desteğiyle mümkün
olabileceğini gördüler. Onlara göre Müslüman Araplar arasında da Arabizm (Arab milliyetçiliği)
fikrinin yaygınlaştırılması gerekiyordu. Bunun sağlanması halinde Türklere karşı ilk önce Lübnan
ve sonra diğer Arab memleketleri de ayaklanabilirdi.

DERLEYEN KAFKASYILDIZI

Abdulhamid ve Kemalist Kadrolar I

Abdulhamid İN AHI

ATATÜRK ÖLELİ 77 SENE OLMUŞ 1950 DEN SONRA DEVAMLI SAĞ İKTİDARLAR TÜRKİYEYİ
YÖNETMİŞ HALA ATATÜRK e ÇAMUR ATIYORLAR. ATATÜRK 1923 TEN 1938 KADAR 15 YIL GİBİ
KISA BİR SÜREDE TÜRKİYEYİ DEĞİŞTİRDİ.1950 DEN SONRAKİ İKTİDARLAR DİNİ KULLANDILAR
İSTİRMAR ETTİLER ÜLKEYİ DEĞİL CEPLERİNİ DOLDURMAYI YEMEYİ DÜŞÜNDÜLER. HALA
SOYSUZ HAİNLER ATATÜRK e ÇAMUR ATIYORLAR.

Yukarıda ki yazıyı niye kaleme aldım.Geçenlerde bir yazı gözüme ilişti.Yine Aynı Gazete nin aynı yazarı ( Abdülhamid’in âhı diye…..başlıyor.Geçtiğimiz 10 Şubat günü vefatının 97. yıldönümünde andığımız Sultan 2. Abdülhamid’in şimdilerde hayırla yâd edilmesine bakıp aldanmayın, zira o 1950’lere, hatta 80’lere kadar İttihatçı-Kemalist kadroların ‘vur abalıya’sıydı…)600 yıl Ortadoguyu,Balkanları,Afrikayı yönetmiş Koca Osmanlı İmparatorlugu,İngiliz Siya-seti,Fransız Oyunu ve Arap İhaneti ile son buluncaya kadar.Hala Osmanlının yıkılışını (1918-1938)20 yıla sıgdıran ve her fırsatta Cumhuriyeti kötüleyen ve kendi yazıları ile yine ters köşeye yatan bir yazar ( Zira en azından Osmanlı tarihine biraz dikkat ettiğinizde Cumhuriyet fikrinin 1923’ten 220 yıl önce ortaya atıldığını göreceksiniz. 1703’te Çalık Ahmed adlı bir yeniçeri ağasının Osmanlı’da hanedanlıktan vazgeçilebileceğini ve bir “cumhur cemiyeti” kurulabileceğini söylemesi
(bkz. Naima Tarihi) yeterince anlamlı bir olay değil midir ki dikkate alınmıyor. Keza Dubrovnik Cumhuriyeti’nin 19. yüzyıl başına kadar Osmanlı Devleti bünyesinde varlığını bal gibi sürdürdüğünü, hatta bu ‘Osmanlı cumhuriyeti’nin kapısına kilit vuran zatın, modern Avrupa’nın kurucusu olan Napolyon Bonapart olduğunu söylememiz de sesimizi duyurmaya yetmiyorsa)
MUSTAFA ARMAGAN yine bir yazı döşemiş.Hem Osmanlı Cumhuriyeti ni yere göge sıgdıramıyor ve Bir osmanlı Paşası olan Atatürk ün kurdugu Cumhuriyeti yerden yere vuruyor.
ABDULHAMİD in AHI diye devam ediyor.Muhalefetteki Jön Türklerin de iktidardaki İttihad ve Terakki’nin de hedef tahtasında o vardı. Ermeni diasporasının da, Masonik çevrelerin de, İngilizlerin Türk düşmanlığıyla meşhur Başbakanı Gladstone’un da hedefinde ‘Son Sultan’ vardır.
İşin çarpıcı tarafı şu ki, İttihatçıları tasfiye eden Cumhuriyet’in ilk yıllarında akıl almaz bir
Abdülhamid düşmanlığı sergilenmiş, tuğraları dahi tahrip edilmiştir.
Soru şudur: Sultan 2. Abdülhamid neden birbirine zıt diye bildiğimiz İngilizlerin ve İttihatçıların,Ermeni diasporasının ve Cumhuriyetçilerin ortak ve vazgeçilmez hedefi haline gelmiştir.Galiba yıllar yılı bu sütunlarda anlattığım ve “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adlı kitabımla geniş kitlelere ulaştırdığım mesajı yeni kanıtlarla berraklaştırmak gerekiyor. Zira eskiden Sultan’a toz kondurmayan, hatta bunun ağır bir vebali olacağını söyleyen bazılarının şimdi ‘O da az yapmamıştı hani’ türünden çıkışlarla rüzgâra kendilerini teslim ettiklerine tanık oluyor ve onlar adına üzülüyorum.
Tarihi böylesine güncelliğin sunağında kurban etmeye kimsenin hakkı bulunmuyor zira. Biz hakkı ve hakikati eğip bükmeden söylemekle yükümlüyüz.(eğip büken kendisi) Unutmayalım ki, mazi kumaşını günün ihtiyaç ve ‘istemlerine’ göre kesip biçmeye kalkarsak tarihin aynasındaki (eh birazda hayalcilik katarak)yüzümüz tanınmaz olur.Diyor.Ermeniler den(hepimiz Hırand Dink iz diyenler dahil) İngilizlerden,Masonlardan bahsediyor.Peki Arapların düşmanlıgından Suriye ve Lübnan-ın iki yüzlügügünden bahsetmezler.Osmanlı Devletinin gerilmesine paralel olarak Arap
vilayetlerinde yönetimin aksaklıklar ve bozukluklara uğramasından neden bahsetmezler.
Abdulhamid Kurtlarla Dans Edebilir.Ama siz Atatürk ve Cumhuriyetle Dans Edemezsiniz.Sizlerin Put diye bahsettigi Atatürk e biz Dünya Lideri diyoruz.Sizler her nekadar.Çocuklara ödev olarak sorulan sorularda Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğanı karşılaştırmaya kalkışsanızda, öğrencilere ‘Cumhuriyeti kim kurmuştur?’ sorusu sorulurken, cevaplar kısmında Mustafa Kemal Atatürk, Fatih Sultan Mehmet ve Recep Tayyip Erdoğan diye yer versenizde.
İlk Cumhurbaşkanımız kimdir sorusunda. Cevaplar kısmında yer alan kişiler daha da şaşırtıcı olarak Mustafa Kemal Atatürk, İbrahim Tatlıses, Süleyman Demirel.diye sorsanızda.Bu çetrefillere karnımız tok.Neyse biz dönelim konumuza Abdulhamid Döneminde neler olmuş.Osmanlı nasıl yıkılmaya çalışılmış.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMiNDE SURİYE VE LÜBNAN’DA ARAP AYRILIKÇI
HAREKETLERİNİN BAŞLAMASI VE DEVLETİN TEDBİRLERİ

Bilindiği üzere Araplar Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşayan Müslüman toplulukların gerek nüfus ve gerekse yaygınlık bakımından en büyüklerinden birisidir. Osmanlı Padışahı Yavuz Sultan Selim’in 1517 de Hilafeti Osmanlılara geçirmesiyle Arap Dünyasının büyük bir kısmı üzerinde Osmanlı hakimiyeti. Bu durum Türk-Arap ilişkileri açısından yeni bir dönemin başlaması manasına  geliyordu.
Osmanlı Devlet yapısında Araplar “Kavim-i Nevip” olarak eddedilip mümtaz bir yere sahip olurken,Osmanlı millet sistemi içinde de yerlerini alıyorlardı.
Ancak şurası muhakkclktır ki, Osmanlı yönetiminin Arap dünyası üzerindeki hakimiyeti heryerde aynı özelliği taşımaması, şartların ve coğrafyanın tesiriyle şekillenmiştir. Nitekim Osmanlı yönetimi bilindiği üzere “Mağrip” ve “Maşrık” olarak vasıflandınlan Arap ülkelerinde kendine has yönetim biçimlerini uyguluyordu.
Irak ve Suriye gibi ülkelerde eyalet sistemi uygulanırken, Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir) ülkelerinde merkez idarenin daha az etkili olduğu bir sistem mevcuttu.
. Osmanlı Devletinin gerilmesine paralel olarak Arap vilayetlerinde yönetimin aksaklıklar ve bozukluklara uğraması kaçınılmaz gözüküyordu.Ancak tabiatiyle 19. yüzyıl ortalarında itibaren başlıyan Arap fikri ve siyasi uyanışının ortaya çıkmasından birçok yeni faktörün rol oynadığında şüphe yoktur.
Arap milliyetçiliğinin doğuşunda birtakım iç ve dış faktörlerin rol oynadığı görülmektedir. Bir yandan Osmanlı Imparatorluğunun merkezi ve mahalli yönetiminin bozulduğu göze çarparken, diğer taraftan Avrupa devletlerinin “Şark meselesi” içinde gördükleri Arap sorununa gittikçe artan bir ilgi ve dikkatle müdahale ettikleri görülüyordu. Nitekim bu müdahalelerin başlangıç noktası olarak Napolyon’un 1798’de Mısır ,işgali gösterilir.
Esasen daha sonraki yıllarda Mısır’ da Rifa Rofi el-Tahtavi ile başlayan “VatanseverIik” hareketi bu gelişmenin bir sonucudur.

DERLEYEN.KAFKASYILDIZI

HACI WILHEIM’İN HACILARI

HACI WILHEIM’İN HACILARI

Kasım 1898 Yer ŞAM.
Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı Kayzer II.Wilheim konuşuyor:”300 milyon Müslümana söyleyin ki ben onların en candan dostuyum !”İyi de bu 300 milyon Müslümanın en candan dostu Şam’a Kudüs yoluyla Siyon Dağının eteklerinden, Aclan Vadisinden azametli azametli gelmişti! Daha sonraları öylesine müslüman dostu(!) olmuştu ki artık o Kraliyet armalı “Hacı Wilhem”di… Ne garip tesadüf ki 100 yıl sonra aynı aileden bu kez başka bir anglo-sakson Kraliyet armalı “Hacı Charles”ti..
Kasım 1898 yer LONDRA.
Kraliyet armalı “Hacı Wilhem” ŞAM’da candan dostluğunu 300 milyon Müslümana ilan ederken, aynı saatlerde İngiltere Kraliçesi Victoria; İngiliz Mısır Ordusu Kumandanı Sir Hubert H.Kiteher’e azametli törenle “Kraliyet Madalyası” takıyordu çünkü Sir Hubert H.Kitiher Müslüman Sudan’da İngiliz işgaline direnen Sudanlı Müsliman Halife Mehdi ve direnişçilerini çoluk çocuk (günde en az 20.000 Müslüman) katletmişti. Ancak tabii ki o günlerde de yine Kraliyet orduları ve müttefikleri müslüman topraklarına “demokrasi ve özgürlük” getiriyorlardı, göğüslerine Kraliyet Armalı Kraliyet Madalyalarını taka taka.

ŞAM’da 300 Milyon Müslümanın candan dostuyum diye İngiliz Kraliyet Ailesine mensup olan Almanya İmparatoru Kaiser ll.Wilhem, Müslümanları oyalarken İngiliz Kraliyet Ordularıda Müslümanları kırıyordu…

Candan Müslüman dostu(!) “HACI WİLHEM” yine aynı rotadan yani SİON Tepelerinin vadilerinden geçerek Kudüs’ten Avrupa’ya döndü. Ama o artık 300 Milyon Müslümanın dostu “HACI WİLHEM”di

Candan Müslüman dostu(!) Hacı Wilhem’in Seyahatı Avrupa’da büyük yankı yaptı bu “Dinler arası diyalog”!Bilumum Avrupalıları akın akın Müslüman topraklarına çekti. Artık Mısır, Suriye, Irak, Lübnan ve İran Otelleri binlerce candan Müslüman dostları(!) “Dinler arası diyalog”cu Avrupalılarla dolup taşmaya başladı. Otellerde yer kalmadı. Bir yandan” demokrasi ve özgürlük” ve bir yandan da “Turizmle kalkınma” hamleleri Küçük Asya topraklarında hızla başladı(!).. O zamanlar Avrupalılar Küçük Asya diyorladı, şimdilerde Büyük Ortadoğu diyorlar…

Küçük Asya topraklarına kimler kimler akın etmedi ki! İngiliz Kraliyet Orduları (Hindistan dahil) ve Almanya İmparatorluğu Orduları İstihbarat Subayları seyyah kılığında sivil olarak, Avusturya Demiryolları mühendisleri, İngiltere, Almanya, Fransa, Amerika Üniversitelerinden arkeologlar, Viyana ve Prag Bilim Laboratuvarlarında çalışan BÖCEK ve LARVA uzmanları. Londra, Berlin, Paris’ten özellikle finanse edilerek gönderilen SERÇE takip gözlemcileri!! Kimisinin başında “fes”, kimisinin boynunda “poşu” kimisinin sırtında “entari”, kimisinin başında “melon şapka”, kimsinin “kefiye”, kimisinin ayağında “çarık”, kimisi”çarçaflı”, kimisinin sırtında Müslüman yetimler için “çıkın”lar (ki o onbinlerce müslüman yetimin anne ve babalarını yine kendi orduları katletmiştir, bu ne iki yüzlülük bu ne hayasızlık !) … Kimisinin sırtında üç ayaklı fotoğraf makineleri..

Artık Küçük Asya (Ortadoğu) toprakları bu binlerce çeşit çeşit sözüm ona seyyah (turist)lerle kaynıyordu.

Bu binlerce çeşit çeşit “HACI Wilhem’in seyyah (turist)ları, şehirlerde, kasabalarda, köylerde, çöllerde, vahalarda, dağlarda karıncalar gibi geziniyorladı. Onları otomobilleriyle gelenler, Trenlerle gelenler, yanlarında Telgraf Makineleri taşıyanlar takip etti. Artık Türk İmparatorluğu topraklarının her karışı bir turizm cenneti(!) olmuştu.

Yıl 19 Mayıs 1901 Yer İSTANBUL.
Siyonistlerin Şefi Dr.Teodor Herzl, Sultan Abdulhamit’le görüşmek üzere Viyana’dan İstanbul’a geldi.
Kudüs ve Filitin’de bir Musevi Yurdu tesisine izin istedi. Daha önceleride çeşitli yollardan yapılan bu teklifleri Sultan Abdulhamit reddetmişti. Bu sefer Siyonistlerin Şefi Dr. Teodor Herzl, Baron Edmond de Rothchild tarafından Osmanlı Hazinesinin Duyuni Umumiye’ye olan borçlarını Kudüs ve Filistin’de kurulacak Musevi Devletine karşılık ödemeyi taahhüt ediyordu. Ancak Sultan Abdulhamit Han “Türk Devleti bana ait değildir, Türk Milletinindir” diyerek yine Siyonistlerin Şefinin teklifini reddetti.

Yıl 1903 Yer Küçük Asya Limanları.
İngiliz Kraliyet Orduları Süveyş’in doğusu ve Hindistan Bölgesi Başkomutanı ve İngiltere Kraliçesi Naibi (vekil) Lord Curzon; İngiliz Donanmasıyla Küçük Asya Limanlarına dostluk(!) ziyaretlerinde bulundu. Uğradığı Limanların Valileri tarafından oldukca ihtişamlı törenlerle karşılanıyor ve İngiltere Kraliçesi Naibi Lord Curzon her Valilikte dostluk(!) beyanatları veriyordu. İşte o dostluk(!) beyanatı:
“Türkistan, Afganistan, Hazar ve Fars toprakları belki benim dışımda pek çok kişi için sadece uzak doğu ve Asya’nın vahşi ve romantizim hatıralarıdır. Ancak benim için (buraya dikkat) dünyayı hakimiyet altına alma planlarının santraç tahtasındaki piyon taşları olduğunu kesinlikle belirtiyorum”…
İngiliz Kraliyet Naibi Lord Curzon tabii ki Anglikan Kilisesinin Başpapazı ve İngiltere Kraliyet Orduları Başkomutanı İngiltere Kraliçesinin adına konuşuyordu.

Yıl 1903 Yer Bağdat.
C.M.S (Doğu Kiliseleri) Bağdat temsilciliği raporundan: “Kuruluşumuzda 141 inançlı gerçek misyoner, 183 yardımcı yerli misyoner, 3 gazeteci, 75 okul, 4600 Arap, Türk, Ermeni, Kürt, Süryani talebe bulunmaktadır.”
Yıl 1910 Yer Küçük Asya.

Beyrut, Şam, Sidon, Tripoli, Bağdat, Gazze Şehirlerinde sokaklarda geceleri gizlice asılan afişler -“İliklerine kadar cahil olmasına ve ifşat edilmişliğine ve karı tabiatlılığına ve o iki milyonu aşmayan sayılarına rağmen soysuz Türkler 35 milyondan fazla Allah Hizmetkarı biz Arapları bin senedir boyunduruk altında tutuyorlar. Eyy bu peygamber memleketi ahalisi, siz pis Türk’ün zulmünü biliyorsunuz. Onlar sizin kutsal kanunlarınızı yok ettiler, kutsal kitabınızla alay ettiler, sizi köle yaptılar, sizin dilinizde Halifelik varken Türkler Halifeliğide sizden çaldılar. (Tibavi. Arabic and islamic Themes London)..

Bu afişleri asanlar, Müslüman dostu “Hacı Wilhemm” Hacılarıydı.

AtaturkYıl 1913 Yer İSTANBUL.

Türk (Osmanlı) İmparatorluğu Sadrazamı Mahmut Şevket Paşa Müslüman dostu “Hacı Wilhem”e, İstanbuldaki Almanya Konsolosu Vangenheim aracılığıyla mektup gönderdi. Mektubun içeriği “Elimizde usta ve namuslu bir memur sınıfı yoktur. Ordu tepeden tırnağa yeniden ISLAH(!) edilmelidir. Ordunun yeniden yapılandırılması için umudum Almanyadır. Bize yardım edin ıslahatçı heyetler gönderin” Yaaa… Ve de vahhh..Ve deee ne korkunç bir hiyanet !

300 milyon Müslüman dostu Kaiser ll Wilhem ancak lütfederek ilgi Islahat teklifine ancak yine konsolosu aracılığıyla yanıt verdi. İşte o yanıt “Masejte İmparator Büyük Kaiser, Osmanlı İmparatorluk Hükümetinin dilediği ISLAH Heyeti gönderme isteğini (buraya dikkat) kabul etmek tenezzülünde bulunmamıştır.”..

Ancak daha sonra iktidara getirilen AB’nin Jön Türkleri Hükümetinin taleplerine Müslüman dostu(!) “Hacı Wilhem” hemen olumlu bakmış ve Alman Islah Heyetlerini gönderdi. Neden? Çünkü onlar “ileri demokrasi” getirdilerr!! Osmanlılık getirdiler.

O günlerin Yiğit bir TÜRK Subayı anlatıyor “Ben, Ordunun kayıtsız şartsız bütün SIRlarıyla Alman Askeri Heyetine teslim edilmesine kahroluyordum. Bir rastlantı sonucu öğrendiğim zaman sesimin duyulabildiği bütün makamlara kadar itirazlarda bulunmayı görev saydım. Lakin itirazlarıma kimse cevap vermedi, cevap vermeye tenezzül etmedi. TÜRK ORDUSUNU aciz ve yeteneksiz göstererek ecnebilerin ayaklarına kadar giderek, rica ile davet edenler bizim Devlet adamlarımızdır. TÜRK Milletinin yeteneksizliğinden ve beceriksizliklerinden açık olarak söz edilerek ecnebilere adeta gelip bizi adam etmeleri teklif edilmiştir, çağrılmıştır.” Kim bu Yiğit TÜRK Subayı.GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK.

Yıl 29 Ekim 1914 Yer KARADENİZ
“Hacı Wilhem”in TÜRK Donanmasını ISLAH etsin diye gönderilen Amiral Şason, İstanbul Hükümetinin haberi olmadan Alman Savaş Gemileri “Goben” ve “Pravlev”e Türk Bayrağı çektirerek Odesa, Sivastopol, Teodosya Limanlarını topa tuttu..

Yıl 30 Ekim 1914 LONDRA
“Kraliyet Donanmasının tüm kuvvetlerine; Osmanlı Devletine karşı derhal çarpışmalara başlayın”…

Yıl 1914 Yer LONDRA
İngiltere Başbakanı Lloyd George: “Türkler, cennet Mezopotamya’yı, Arap memleketlerini çöle, Ermeni topraklarını mezbahaya çevirmiştir. Avrupanın başına her zaman dert açan Türkler (buraya dikkat) bir insanlık kanseri olarak yönettikleri toprakların etine işleyen bir yaradır.”

Yıl 1914 Yer KAHİRE
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon: “Kozmopolit ve Uluslararası bir şehir olan İSTANBUL (buraya dikkat), Avrupanın hayatını yaklaşık 500 yıldan beri zehirleyen TÜRKLERİN elinden alınma fırsatı kesinlikle gelmiştir. Ayasofya 900 yıl öncesinde olduğu gibi yeniden Hristiyan Kilisesi yapılmalıdır.”..

İşte durumlar!! Yine Haci Wilhem’in Hacıları, Kırk asırlık TÜRK Yurdunda senelerdir TÜRK’ün tertemiz kanlarını akıttırıyorlar. Onbinlerce ŞEHİT!!! Yetmediiii.. O Müslüman dostları(!) Hacılar, icat ettikleri yeni Arap Baharlarında kan rüzgarları estire estire yine can dostları Müslümanların “RAMAZAN”larını kutluyorlar!! Bu ne iki yüzlülük ???

Ve hatta bu yeni Kan Baharlarında Müslüman Devletlerin Yöneticileri “Hacı”lar; Somali’deki sözüm ona iç savaşlar nedeniyle açlık çeken çocuklara gözyaşları dökerken aslaa o iç savaşları çıkaran Müslümanların Can dost(!) larından hiçç bahsetmiyorlar!! Suriyede çıkan olaylara şiddetle “Ramazanda bu olurmu? Şiddetle kınıyoruz” diyenler, Libya’da Haçlıların bombalarını görmezden geliyorlar. 2001 yılından bugüne Afganistandaki Müslümanların, 2003 yılından bugüne Irak’taki Müslümanların başlarına tüm “RAMAZAN”larda yağan bombalar yoksa “Ramazan paket”lerimidir.

Bu ne ikiyüzlülük? Bu ne vicdansızlık.

Tekerrür ettirilen tarihler önce tekerrür ettirenleri yutacaktır!

Saygıyla…
GÜLSEV EYÜBOGLU

ŞEYH SAİT İSYANI-MUSUL ve KERKÜK

 


Musul ve Kerkük Türkiye’den nasıl koparıldı ?
Gazi Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şu şekilde ifade ediyordu: “hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”
Ömer Aymalı/ Dünya Bülteni / Tarih Dosyası
23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılmasının ardından kurulan hükümetin hedefi, düşmanı “harîm-i ismet”inde boğarak, Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmekti. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı gün Osmanlı ordusunun denetiminde bulunan bölgeleri ifade eden Misâk-ı Millînin güney sınırlarını TBMM’nin açılışından yaklaşık bir hafta sonra Gazi Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şu şekilde ifade ediyordu: “Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!” Misâk-ı Millî sınırlarını bu şekilde netleştiren Mustafa Kemal Paşa, Musul’u Kerkük’ü ve Süleymaniye’yi Anadolu’nun bir parçası olarak tanımlıyordu.
İngiliz İşgali
Osmanlı Devletinin I.Dünya savaşının sonunda yaptığı Mondros Mütarekesi sırasında Kerkük merkez hariç, Süleymaniye ve genel olarak Musul vilayeti 6. Ordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşanın denetimi altındaydı. Ancak mütarekenin 7.maddesi itilaf devletlerine gerekli gördükleri yerleri işgal yetkisi vermekteydi. İngilizler de bölgedeki Hristiyan halkın katledildiği bahanesi ile Musul’un boşaltılmasını Ali İhsan Paşadan istediler. Ali İhsan Paşa her ne kadar bu teklifi reddetmiş ve direnmişse de sonrasında İstanbul’dan gelen emir üzerine kuvvetlerini Musul’dan Nusaybin’e çekmek zorunda kaldı. Şehrin boşaltılmasının ardından İngilizler 10 Kasım günü Musul’u işgal ettiler.
İngilizler Musul işgal etmelerine rağmen uzunca bir süre bölgeye hakim olamadılar. Bölgedeki aşiretler özellikle Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz hakimiyetine sıcak bakmıyorlardı. Nitekim bölge halkı Kürtler, Araplar,Türkmenler Türkiye’nin tarafında yer aldılar ve TBMM’nin açılmasıyla beraber Milli Mücadeleyi desteklediler.Bölgede hakimiyet sağlamakta güçlük çeken İngilizler Nasturi ve Asuruileri himaye etmeye başlarken Fransızlar da Ermenilere dayanmak zorunda kaldılar.
İngilizlerin Musul, Kerkük ve Süleymaniye şehirlerinde hakimiyet kurmak için gerektiğinde havadan bombalamalar yaptığı tarihlerde Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştı. Doğuda Ermenilere karşı Batıda ise Yunanlılara karşı önemli başarılar kazanılmaktaydı. Anadolu’da mücadelenin başarıyla devam ettiği bu tarihlerde milli sınırlar içinde ifade edilen Kerkük, Süleymaniye ve Musul da TBMM’nin hedefi arasındaydı. Bölgenin İngiliz işgalinden kurtarılması için 1 Şubat 1922 tarihinde Milli Savunma Bakanlığına Revandiz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi emri verildi ve bu görev için Milis Yarbayı Özdemir Bey görevlendirildi.

Özdemir Bey’in Faaliyetleri
TBMM hükümeti Özdemir Bey’i görevlendirmeden önce de Musul konusu sürekli bir şekilde TBMM’nin gündemindeydi. Revandiz bölgesindeki aşiretlerin TBMM’den yardım talepleri vardı. Bölgede yaşanan düzensizliğin kalkması için memur ve asker gönderilmesini istiyorlardı. TBMM de bölgeye belli sayıda asker göndermekten geri durmamıştı. Hatta bu askerler aşiretlerle beraber Revandiz’e saldıran İngilizlere karşı mücadele etmişlerdi.
Mustafa Kemal Paşanın ve TBMM hükümetinin Musul, Kerkük, Süleymaniye konusunda gösterdiği kararlılığın teşebbüse dönüştüğü en önemli hareket ise Özdemir Bey’in buraya gönderilmesi oldu. Erkanı Harbiye-i Umumiye Riyaseti bölgeyi, bölgedeki aşiretleri bilen ve yine bununla beraber çete faaliyetlerinde başarılı, Antep’te Kuvay-ı Milliye komutanlığı yapmış Milis Yarbayı Özdemir Bey’i bu göreve atadı. Özdemir Bey bu göreve gönderilirken aynı zamanda Musul’a taarruz için hazırlıklar da yapılmaktaydı. Özdemir Bey 22 Haziran 1922de Hakkari üzerinden Revandiz’e ulaştı. Bölgedeki aşiretlerle birlikte İngilizlere karşı önemli başarılar elde ederek Süleymaniye’ye girdi. İngilizlerin hiç beklemedikleri bu mücadeleye karşı yapabilecekleri ise sınırlıydı. Yeterli askeri kuvvetleri bulunmadığından bu şehirleri günlerce havadan bombalamak yoluna gittiler.
Özdemir Bey’in bölgedeki bu faaliyetleri sırasında Anadolu’dan Yunan kuvvetleri atılmış ve Lozan Konferansı başlamıştı. TBMM Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin konferansta Türkiye’ye bırakılabileceğini düşündüğünden geniş çaplı askeri bir operasyonu istemiyordu. Yine de Lozan’da görüşmelerin çıkmaza girme ihtimalinin yükselmesi üzerine Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, El cezire cephe komutanlığına Musul’a yapılacak muhtemel bir taarruz için hazırlıkların yapılması emrini veriyordu.
Lozan’da tıkanan görüşmeler ve beliren savaş ihtimali
Lozan konferansındaki görüşmelerin önemli başlıklarından biri Musul meselesi oldu. İsmet Paşanın başkanlığındaki heyet konferansta Musul, Kerkük’ün demografik yapısını rakamlarla ifade ederken bölgenin çoğunluğunun Türk olduğunu, Kürtler ve Araplarla beraber ise Anadolu’nun bir parçası olduğunu savunuyordu. Lord Cruzn ise İsmet Paşanın istatistiklerinin doğru olmadığını bölgede Türklerden çok Kürtlerin ve Arapların bulunduğunu öne sürmekteydi. Musul üzerinde bu tartışmalar yaşanırken gündeme gelen konulardan bir tanesi de bölgenin petrol zenginliğiydi. İngilizler, Türklerin petrol zenginliği için Musul’u istediklerini öne çıkartarak konferansa katılan diğer devletleri de kendi taraflarına çektiler ve diplomatik üstünlüğü ele geçirdiler.
‘Paşa ordunun başına otur’
Konferansta Musul konusunun bu şekilde hararetle tartışıldığı günlerde 2 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa TBMM’de şunları söylüyordu: “…Musul vilayetinin hudud-ı millimize dahil araziden olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm (bugünkü günde) karşımızda ahz-ı mevki etmiş olanlar bunu pekala bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menafiimize mugayir (menfaatlerimize aykırı) olmakla beraber müsalemet perverane (barıştan yana) hareket ettik. Artık milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kat’iyen muvafakat etmeyiz”. Mustafa Kemal Paşanın bu açıklamalarının benzerleri milletvekilleri tarafından da ifade edildi. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, TBMM’de yaptığı heyecanlı bir konuşmada; “Paşa, ordunun başına otur, başka işin yoktur. Başkumandanlık vazifesini ifa et ve hudutlara bayrağımızı rekzet, bayrağını süngünü İngiliz’in gırtlağına daya! diyordu.
Lozan’daki görüşmelerin çıkmaza girmesi, Özdemir Bey’in Musul’da yoğunlaşan faaliyetlerine karşı İngiliz ordusunun saldırılarının artması Türkiye’yi İngiltere ile savaş noktasına getirmişti.
Sonu belirsiz savaş yerine diplomasi
İngilizlerle savaş ihtimalinin belirdiği 1923 Şubatında Mustafa Kemal Paşa ise savaştan uzak durulması düşüncesindeydi. Musul’a yapılacak bir harekatın ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürükleyeceğini ifade etmeye başlayan Mustafa Kemal Paşa askeri seçenek yerine konunun konferansta çözülmesinin gerekliliğini öne çıkarmaya başladı. Kesilen Lozan görüşmelerinin tekrar başlamasının ardından Musul’un geleceği sonraya Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelere bırakıldı. Buradan bir netice çıkmaması halinde ise konunun Cemiyet-i Akvam’a götürülmesine karar verildi.
Lozan konferansından sonra başlayan ikili görüşmelerden de bir sonuç çıkmadı. İngilizler petrol bölgesi olan Musul ve Kerkük civarını Türkiye’ye bırakmayacaklarını açıkça ifade ettiler. Türkiye bölge ile ilgili tezlerini Cemiyet-i Akvam’da da savundu. Ancak bu tarihlerde Türkiye’nin doğusunda çıkan Şeyh Sait isyanı ve hemen ardından bölgeye yönelik uygulamalar, Türkiye’nin öne sürdüğü en önemli tezin yani Kürtlerin de Türkiye’ye bağlanmak istediği tezinin zayıflamasına sebep oldu. Nihayetinde Türkiye 1926 yılında Ankara Antlaşması ile Musul üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda kaldı.

 

Türkiye o sırada Birleşmiş Milletlere üye bile değildi .Musul sorunu Birleşmiş Milletler Konseyinde 1924 yılının Eylül ayında başlamış ve 16 Aralık 1925 tarihinde  son kararını verene kadar sürmüştür.İngiltere,Musul bölgesinde bulunan petrol kaynaklarını ve Irak’ın stratejik önemini göz önünde bulundurarak  Musul Vilayetimizi bize vermek istemiyordu.Bunun içinde Türkiye’nin istediği halk oylamasına karşı çıkıyor,her türlü hileye ve entrikaya bas vuruyor,Fransa ve İtalya nin da desteğini alarak bize baskı yapmalarını sağlıyordu.Bütün bu çalışmalarına katkı için yurt içinde de yandaşlar buluyor ve Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı bu yerli işbirlikçileri kullanıyordu.Tam Musul görüşmeleri sırasında Doğu Anadolu da Şeyh Sait İsyanı başlamıştır,İngiltere’nin desteği ve tahrikleriyle.Amaç Musul meselesini askıya almaktı ve onu da başarmıştır.

13 Şubat 1925 te başlatılan İngiliz destekli Şeyh Sait İsyanı 15 Nisan 1925 te bastırılmış , elebaşları Şeyh Sait basta olmak üzere 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır da idam edilmişlerdir.Bu arada iç karışıklıklarla uğraşmak zorunda  bırakılan Türkiye Cumhuriyeti hakli davasını(MUSUL MESELESI) yeterince zorlama yaparak kabul ettirme sansından uzaklaşmıştır,uzaklaştırılmıştır.Halk oylamasının yapılmasını maalesef başaramamıştır.Halk oylaması yapılsaydı eğer ezici bir çoğunlukla Musul Türkiye’ ye kalacaktı.Bunu bilen İngiltere bu halk oylamasını yaptırmamak için her türlü çabayı harcamıştır.Birleşmiş Milletleri ve yerli işbirlikçilerini yanına alan İngiltere nin dediği olmuştur sonunda.5 Haziran 1926 da imzalanan Antlaşma ile Musul meselesi  İngiltere nin isteği doğrultusunda sonuçlanmıştır.Türkiye Cumhuriyeti Devleti hakli olduğu bir davada yerli işbirlikçilerinde gayreti ve isyanlarıyla haksızlığa uğratılmış ve asil “Travma”yı o zaman yasamıştır,yaşatılmıştır,ulus olarak unutmamalıyız..13 Şubat 1925 günü İngiltere nin desteğiyle isyan çıkaran ve güzel Musulumuz’un milli sınırlarımız dışında kalmasına yardımcı olan Şeyh Sait kimdir biliyormuşsunuz? O’ nuda,biraz siz araştırınız canim.Neler göreceksiniz,neler!Tarihimizi iyi bilsek veya öğrenmeye çalışsak bu günkü olumsuz olayların hiçbirisinin yaşanmayacağını bilmelisiniz.Geleceği yönlendirirken geçmişin iyi bilinmesi ve objektif tahlili önemlidir.Aksi halde dahili ve harici hainler “ULUSAL ONURUMUZ” a dil uzatmaya ve yeni entrikalar üretmeye devam edeceklerdir.PKK terör belasının niye yıllardır bitmediğini,bitirilemediğini hiç düşündünüz mü? ASALA terör örgütü bıçak keser gibi birden kesilir kesilmez hemen ardından PKK nin çıkıverdiğini hiç muhakeme ettiniz mi?Şimdilerde de inancımıza filan kılıf biçilmeye çalışılıyor olmasının bir nedeninin olduğunu anlayamadınız mi?Yeni entrikalara hazırlıklı olmak zorundayız.Bizim için  yegane çıkar yol;”ATATÜRK ILKE VE DEVRIMLERI” doğrultusunda birlik ve beraberliktir.Kavga ve cepheleşme  dahili ve harici hainlerin ekmeğine yağ sürer ancak!Unutmamalıyız ki bir tane TÜRKIYE var,bizde onda yasamak zorundayız.Dahili ve harici işbirlikçilerin tek amacı var,yakın komşularımıza bakarsak  o amacın ne olduğunu görür ve anlarız.Siz bilirsiniz,bizden söylemesi.

 

TARİH DOSYASI

 

NAZİF BEY O BİR VATANSEVER


NAZİF BEY VE UÇAKLARI (KURTULUŞ SAVAŞI YAPILMAMIŞTIR.DİYE BAGIRAN YOBAZLARA BİR KURTULUŞ SAVAŞI VATANSEVERİ)
Kurtuluş Savaşında orduya uçak bağışlayan iş adamı kimdi?
Nafiz Bey tarafından orduya hediye edilen uçaklara – kendisinin istememesine rağmen- Erzurumlu Nafiz 1,Erzurumlu Nafiz 2,Erzurumlu Nafiz 3 gibi isimler verildi. Batı Cephesi Hava Bölüğünde göreve başlayan bu uçaklar cephede düşman birliklerinin keşfinde ve zaman zaman da bombalanmasında önemli vazifeler gördü.
Ömer Aymalı-Tarih Dosyası/Dünya Bülteni
Mondros Ateşkes antlaşması sonrasında başlayan işgallere karşı Anadolu’da şekillenmeye başlayan direniş 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılışı ile bir hükümet haline gelmişti. Bu yeni hükümetin öncelikli faaliyetlerinden biri de işgalleri sona erdirmek için düzenli bir ordu kurma çalışmaları oldu. İstanbul’da bulunan vatanseverler de kurdukları örgütlerle Anadolu’daki milli direnişe personel , malzeme,silah ve para göndermeye başladılar. Bu faaliyetlerin içinde bulunan gönüllülerden biri de Erzurumlu Nazif Bey’di.

Nafiz Bey 1887 yılında Erzurum’da doğmuş 1912 yılında İstanbul’a yerleşerek ticaret hayatına atılmıştı. İstanbul’da bulunduğu süre içinde taahhüt işleri yapmış, yabancı ülkelerin ticaret erbabıyla dostluklar kurmuştu. Mütareke döneminde işgal kuvvetlerinin baskıları ile İstanbul’da yaşam şartları zorlaşmıştı. Bu zorluk içerisinde Anadolu’ya malzeme sevki yapılmasını koordine eden Nafiz Bey, ordunun ihtiyacı olan harp malzemelerini tedarik ederek Anadolu’ya göndermişti. Sonrasında ise bütün mal varlığını satarak paraya çevirmiş Ankara’ya taşınmıştı. Mal varlığı 10 bin altına tekabül eden Nafiz bey bu parayı Osmanlı Bankasına yatırmış ve verdiği direktifle Mustafa Kemal Paşanın istediği zaman istediği kadarını kullanabileceği hususunu kayda geçirmişti.
İstanbul’da bulunduğu süre içinde kara ordusunun malzemelerini temin eden Nafiz Bey Ankara’ya döndükten sonra ise ortaya çıkan uçak ihtiyacı için harekete geçecektir. Ordunun önemli eksikliklerinden biri uçaklardı. Aslında I.Dünya savaşı sürecinde ordunun geri çekilmesine paralel olarak mevcut uçaklar da milli sınırlara çekilmişti. Bunlar Konya,Elazığ ve İstanbul’da depolanmıştı. Elazığ’da 13,Konya’da 17 uçak mevcuttu ancak bunlar faal durumda değildi. İstanbul Maltepe’de bulunan uçak sayısı ise 45 civarındaydı. Ancak bunlar da işgal kuvvetlerinin denetiminde bulunduğundan Anadolu’daki direnişe katılamamaktaydı. Maltepe’de bulunan uçakların Anadolu’ya kaçırılması yönünde teşebbüsler olduysa da başarılı olunamadı.
Batıda Yunan işgalinin Anadolu içlerine doğru devam etmesi düşman faaliyetlerinin keşfini daha önemli hale getirmekteydi. Ancak uçak temini zor,pahalı ve henüz tanınmayan TBMM hükümeti için güç bir konuydu. İşte bu noktada Nafiz Bey tekrar devreye girdi. Hem maddi olarak hem de bağlantıları ile uçak alımı için harekete geçti. Öncelikle 2 adet İtalyan yapımı ardından aldığı iki uçak ile toplamda 4 uçak satın alarak bunları milli orduya hediye etti. Uçağın alınması kadar bu uçakların Anadolu’ya getirilmesi de büyük bir sorundu. Bunun için ise şöyle bir yol bulundu. Uçaklar firma tarafından ülkenin doğu taraflarına doğru getirilecek buradan ise Anadolu’ya kaçırılacaktı.

Nafiz Bey tarafından orduya hediye edilen uçaklara – kendisinin istememesine rağmen- Erzurumlu Nafiz 1,Erzurumlu Nafiz 2,Erzurumlu Nafiz 3 gibi isimler verildi. Batı Cephesi Hava Bölüğünde göreve başlayan bu uçaklar cephede düşman birliklerinin keşfinde ve zaman zaman da bombalanmasında önemli vazifeler gördü.
Nafiz Bey orduya yaptığı uçak bağışına dair bilgiyi 30 Ocak 1921 tarihinde Mustafa Kemal
Paşaya şöyle bir telgrafla haber vermişti:
“Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine..
İstanbul’dan satın aldığım ve buraya getirmeye muvaffak olduğum tayyare, uçarak
bugün geldi. Orduya namıma teberrü ediyorum. Kabulünü istirham ile düşman üzerine ilk
bombayı atacak zata 200 lira nakdi mükafat takdim edeceğim. Milletimizin geleceğinin selamete
kavuşmasını ve muvaffak olmasını Cenab-ı Hak’tan temenni eder hürmetle ellerinizden öperim.
Erzurumlu Nafiz”

Mustafa Kemal Paşa da Nafiz Bey‟in bu telgrafına “Hamiyeti vataniyeniz şayanı şükrandır.” diyerek karşılık verecek ve Nafiz Beyin telgrafını TBMM’de okutacaktır.Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa da Erzurumlu Nafiz Beyefendi’ye telgraf çekerek teşekkürlerini sunacaktı:
Orduya ihda buyuruları tayyare bugün Eskişehir’e vasıl olmuştur. İnşallah eser-i himmetiniz büyük muzafferiyetlerin kazanılmasına…
Bilhassa takdim-i tebrikât ve teşekkürat ederim Efendim. 1 Temmuz 337
Garp Cephesi Kumandanı İsmet

TARİH SAYFASI

İzmir Fatihine verilen kılıç

İzmir Fatihine verilen kılıç

(KURTULUŞ SAVAŞI YAPILMAMIŞTIR.DİYE BAGIRAN YOBAZLARA BİR KURTULUŞ SAVAŞI MÜCADELESİ)
Buhara Müslümanlarının getirdği 3 kılıçtan biri yaralı haliyle İzmir’e Türk bayrağını çeken Yüzbaşı Şerafeddin Bey’e nasip oldu.

15 Mayıs 1919’da başlayan İzmir’deki Yunan işgali 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun şehri geri alması ile sona erdi. 3 yıl 3 ay 24 gün işgal altında kalan İzmir, Kurtuluş savaşının Anadolu’daki nihai hedefi idi. Yunan işgal ordusu Anadolu’ya buradan girmiş ve Ankara önlerine gelebilmişti.
İzmir’in 9 Eylül günü geri alınması Kurtuluş savaşının kahramanları listesine bir kahraman daha eklemişti: Yüzbaşı Şerafettin Bey. Şerafettin Bey, 1909 yılında teğmen olarak Harp okulundan mezun olduktan sonra 1911’e kadar Trablus’ta süvari bölüğüyle İtalyanlara, 1912 Balkan harbinde ise Çatalca mevkiinde Bulgarlara karşı mücadele etmiş, Birinci Dünya savaşında Çanakkale cephesinde Seddulbahir ve Kirte’de düşmana karşı savaşmış 1916’da yüzbaşı olmuştu. Kurtuluş Savaşının başlaması ile de Anadolu’ya geçerek Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmıştı.
30 Ağustos zaferi sonrasında İzmir’e doğru ilerleyen ordunun en önde olan Süvari tümeninin öncü birliğinin başında Yüzbaşı Şerafattin Bey vardı. 9 Eylül sabahı başında Yüzbaşı Şerafettin Beyin bulunduğu öncü süvari birliği Bornova Alsancak üzerinden Konak’a doğru ilerlediler ve şehre giren ilk birlik oldular. Yüzbaşı Şerafettin Bey 9 Eylül gününü yıllar sonra şöyle anlatmıştı:
“Süvari kolordusunun ikinci fırkasının 4. Alayının alay kumandan muavini idim. 8/9 gecesini Manisa ile Bornova şimalindeki (arasındaki) Sabuncu Boğazı’nda geçirdik. 9.ncu günü alessabah harekete geçtik. Ben fırkanın öncü bölüğüyle harekete memur idim. Bornova’nın şimaline takarrüb ettiğimiz zaman üzerimize hafif bir piyade ateşi açıldı. Bu ateş Bornova’nın şimal-i garbi sırtlarından geliyordu. Kısa bir tereddütten sonra ateşe ehemmiyet vermeyerek ve mukabeleye lüzum görmeyerek derhal Bornova’ya dahil oldum.
Bornova istasyonunda şoseyi takiben İzmir üzerine hareket ettiğimiz esnada Alay kumandanım Filibeli Kaymakam Reşat Bey emrime bir bölük daha gönderdi. İki bölüğümle süratle İzmir’e doğru süratle yürüyüşe geçtim.
Mersinli’ye geldiğimiz zaman Karşıyaka istasyonundan İzmir’e doğru giden bir piyade yürüyüş koluna tesadüf ettim. Bunlara da zerre kadar ehemmiyet vermedim. Ve bu yürüyüş kolunu şose üzerinde yardım, yoluma devam ettim. Ellerinde silah olan bu efrad pek şaşaladılar; evlerin duvarların arkasına, şuraya buraya saklanmaya başladılar. Ben geçtim; geçtikten sonra fırkamın 13. Alayının birinci bölüğünün bunları esir aldığını bilahere öğrendim. Bu düşmanın bir piyade alayı mevcudunda olduğunu zannediyorum.
Bunlar bir avuç süvari kuvvetine bir tek bile silah atmaya cesaret edemediler. Mersinli’yi geçtikten sonra Tuzakçıoğlu fabrikasının önüne geldiğimiz zaman fabrika dahilinden üzerimize ateş edildi. Dört neferim burada şehit oldu.
Bornova’dan Mersinli’ye kadar benim atımdan başka kimse yaralanmadı. Tuzakçıoğlu fabrikasından sonra şehir dühul etti. Sağ kalan dört yaya askerimi ata bindirdim. Kılıçları çektirdim ve Punta’ya doğru yürüdüm. Sokaklar muhacir Rumlar ve bunların arabalarıyla kapanmıştı. Bunların arasından yol bularak geçiyorduk. Punta istasyonunun köşesine geldiğimiz zaman bir İngiliz amiraline tesadüf ettik. Yanında yaveri ile bir bahriye müfrezesi vardı. Mükaleme memuru olarak fırka kumandanımız tarafından gönderilmiş olan Binbaşı Atıf Bey, amiral ile konuşmaya başladı. Biz de Kordonboyu’na teveccüh ettik. Ve biraz sonra Kordon’a çıkıp dahil olduk.
Kordon’da aynı zamanda müsellah Fransız İngiliz; Amerikan, İtalyan bahriye müfrezelerine tesadüf ediyorduk. Bu müfrezeler önlerinden geçerken bizi selamlıyorlardı. Keza evlerdeki ve sokaklardaki ahali de bizi alkışlıyorlardı. Biz Kordon’da hem ilerliyor hem de müsellah Yunan efradına silahlarını yere atmalarını ihtar ediyordum. Bunlar derhal silahlarını yere bırakıyorlardı. Orada bulunan sivillere silahlarını denize atmalarını söylüyordum. Bu suretle Kordon’dan geçiyorduk. Pasaport dairesinin önüne geldiğimiz zaman, belinde kayışı ve kasaturası, elinde silahı olan bir sivile silahı bırakmasını söyledim. “Bırakmam” dedi ve derhal elindeki bombayı yanına tekaründen evvel üzerime attı. Bomba tabii patladı. Elimdeki ikinci atım karnından yaralandı (karnı parçalandı). Ve biraz sonra öldü. Ben de iki yerimden yaralandım.
Süratle yürüyüşe devam ettik. Hükümet konağına gittim. Kapılar kapalı idi. Yan kapıdan girerek, cephedeki kapıyı açtık. Balkona şanlı bayrağımızı çektim.”

Yaralı haliyle Türk bayrağını göndere çekerek İzmir fatihi olan Şerafettin bey o anlar için: “Yaraları kim düşünür, ölsem ne gam. İzmir´i kurtarmıştık ya. Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk ya”. Diyecekti.
Belkahve´den bu tarihi günü izleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi ve İsmet paşalarla, 10 Eylül sabahı İzmir´e geldiler. Görkemli bir törenle karşılandılar.Kent adeta ayağa kalkmıştı. İzmir´e girişinden iki gün sonra Başkomutan, Yüzbaşı Şerafettin Beye ‘İzmir’ adını verdi. Şerafettin Bey soyadı kanunun çıkmasından sonra soyadı olarak İzmir´i kullandı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’da Yüzbaşı Şerafettin Beye verilmek üzere bir de emanet vardı. Kurtuluş savaşına maddi ve manevi yardımlarda bulunan İslam alemni Sakarya zaferi sonrasında büyük bir sevinç yaşamıştı. 7 Ocak 1922’de Buhara Halk Cumhuriyetinden bir heyet zaferi tebrik etmek ve diplomatik temaslarda bulunmak için Ankara’ya gelmişler ve TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüşlerdi. Bu görüşmede Buharalı Müslümanlar bazı hediyeler de vermişlerdi. Hediyelerden biri altın işlemeli kılıçlardı. Kılıçlardan biri Başkomutan Mustafa Kemal Paşaya,bir tanesi Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşaya hediye edildi. Bir tanesi ise Yunanlılara son darbeyi vuracak müstakbel ve meçhul İzmir fatihine verilmek üzere Mustafa Kemal Paşaya emanet edilmişti.

Bu emanetin sahibi 9 Eylül günü artık belli olmuştu. Mustafa Kemal Paşa bu kılıcı 15 Eylül günü İzmir fatihi Yüzbaşı Şerafettin Beye teslim etti.

Kurtuluştan sonra “İzmirli” soyadını alan ve Beşiktaş’ın kurucularından biri olan Şerafettin bey, İstanbul’da mütevazı bir hayat yaşamış, Mustafa Kemal’in verdiği o kılıcı onurla taşımıştı.

Vefatından sonra Eşi Siret Hanım, Atatürk’ün armağan ettiği o kılıcı İzmir’de açılması planlanan İnkılap Müzesine verilmek üzere İstanbul Valiliğine emanet etti…

Ancak kılıç birden kayboldu…

Günlerce arandı ama izine bir daha hiç ulaşılamadı…

Tarih 1952 idi…

İzmir’in kurtuluşundan 30 yıl, Şerafettin beyin ölümünden sadece 11 ay sonraydı.
Türkiye’de NATO maskesi altında ilk Amerikan üssü İzmir’de kuruldu. Binlerce asker, silahlar, roketler, bombalar İzmir’de konuşlandırıldı…

Küba krizinde kıtalararası nükleer füzeler bu üsse yerleştirildi…

Kıbrıs harekâtında bize uçak yakıtı veren Kaddafi’nin Libya’sındaki hava katliamı bu üsten yönetildi…

Bugün Bornova’da dağın altında, NATO’nun gizli bir üssü var. İçi şehir gibi, nükleer saldırıya dayanıklı, birkaç yıl yetecek kadar yiyecek stoku var. Komuta merkezi, uzay üssü sanki. Gökyüzünü tarayan radarları, İzmir limanının derinliklerini, akıntılarını gösteren zemin haritaları var.

TARİH DOSYASI

TÜRK KOMUTAN ÇAKABEY

Çakabey – 1097

Asıl adı Çakan veya Çaga Bey’dir.Çaka Bey, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nin hemen sonrasında Türkmenlerin çok kısa sürede Anadolu coğrafyasına yayıldıkları dönemde, Batı Anadolu’da hakimiyet kurmuş ve Türk tarihinin ilk deniz savaşı filosunu oluşturarak askeri başarılar kazanmış Türk komutanı ve denizcisi.Aynı zamanda ilk Türk Amiralidir

Çaka Bey, İzmir Beyliği(1081-1097)’nin kurucusudur. İzmir Beyliği’nin Türk tarihindeki önemi, bu beyliğin kurucusu Çaka Beyin ilk Türk Derya Kaptanı oluşundan, bir donanma meydana getirerek Ege Denizi’nde hâkimiyet kurmasından ileri gelir.
Çaka Bey, Oğuzların Çavuldur boyundan idi. Anadolu’nun fethi sırasında, Danişmend Gazi’nin kumandanlarından biri olarak Malatya dolaylarında başarılı çalışmalar gösterdi.

Selçuklu ordusundan bağımsız hareket ederek, İzmir (Smyrna)’yı ilk defa olarak Türk idaresine katmış, daha sonra İznik (Nikaia)’da payitaht kurmuş bulunan Anadolu Selçukluları ile güçlerini birleştirmiştir.

Çaka Bey Oğuzlar’ın Çavuldur boyuna mensuptu. Malazgirt Savaşı sonrasındaki Bizans İmparatorluğu kuvvetleri ile giriştiği bir çatışmada esir düşmüş, Konstantinopolis’e götürülmesini takiben İmparator III. Nikephoros Botaniates’in dikkatini çekerek Bizans sarayına alınmıştır. Burada çok büyük ilgi görmüş, serbestçe hareket etmesine izin verilmiş ve sonraki yıllardaki başarıları açısından önem arzedecek pek çok bilgi ve deneyim edinmiş, bu arada Yunanca ve denizcilik de öğrenmiştir. Bizans İmparatorluğu deniz kuvvetlerini yakından incelemiştir. 1081 yılında Bizans tahtına İmparator I. Aleksios Komnenos geçince hürriyetine kavuşmuştur.

Çaka Bey 1081 yılında elindeki kuvvetlerle İzmir (Smyrna)’yı kuşatmış ve Bizanslılardan almıştır. İzmir merkezli bir beylik kurarak sınırlarını genişletmek için mücadeleye başlamıştır. 2-3 yıllık bir süre içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zaptederek bu kesimdeki geniş sahil boyunu sınırları içine almıştır. Hedefi Ege Denizi’nde hakimiyet kurmaktı. Bunun için İzmir ve Efes tersanelerinde, bir kısmı yalnız kürekli, diğer kısmı yelken ve kürekle hareket eden 40 parçadan meydana gelen ilk Türk filosunu kurmuştur. Filo 1081’de Ege Denizi’ne açılmıştır. Çaka Bey’in komutasındaki bu ilk Türk filosu 1081’de Bizans donanmasını Uzunada açıklarında mağlup etmiştir.

Çaka Bey, 1081’de yine denize açılarak Sisam ve Rodos adalarını ele geçirmiştir. Bizans İmparatoru bunun üzerine Ege’nin hakimiyetini geri almak için yeni bir donanma hazırlatmıştır. Ancak gönderdiği donanma, Çaka Bey ile karşılaşmaya cesaret edememiş, Sakız Adası’na sığınmıştır. Çaka Bey Sakız Adası’nı kuşatmış ise de almaya muvaffak olamamıştır.

Çaka Bey 1081 yılında Çanakkale ve Trakya’nın zaptı ve sonra da Konstantinopolis’i fethetme düşüncesiyle donanmasının başında yeni bir saldırı başlamıştır. Edremit dahil, yolu üzerindeki Bizans merkezlerini tek tek zaptederek Çanakkale sınırlarına dayanmıştır. Burada Anadolu Selçuklu Devleti’nin hükümdarı ve aynı zamanda damadı olan I. Kılıç Arslan’la buluşmuştur. Beraberce boğazın en çetin kalesi olan Abidos’u kuşattılar.

Çaka Bey gücünü artırdıktan sonra İstanbul’u fethetmek istemiş ve bu nedenle Türk boylarından Peçeneklerle birleşmiştir. Bizans, bu ittifaka karşı koyabilmek için Kıpçaklardan paralı asker desteği almış ve başarılı olarak Peçeneklerin çoğunu öldürmüşlerdir.
Çaka Bey’in Kılıçarslan’la müttefikliği Bizans’ı tedirgin etmiştir ve Bizans Kılıçarslan’ı Çaka Bey’e karşı kışkırtmıştır. Çaka Bey Kılıçarslan’ın damadı olduğu için Kılıçarslan’ın tahtında gözü olduğu yalanı söylenir. Bunun üzerine Kılıçarslan’ın Çaka Bey’i öldürttüğü Bizans kaynaklarında iddia edilse de, bu konuda görüş birliğine varılmamıştır. Çaka Bey ile ilgili yurtdışındaki en önemli kaynak Anna Kommena’nın Malazgirt’in Sonrası isimli kitabıdır.
HAYATINDAN BİR KESİT:

Bu ele avuca sığmayan delikanlı, komutanın dikkatini çekti. Bu genç çok yakışıklı ve pek de sevimli idi. Adı Çaka idi. Bizanslıların yaptığı araştırma sonunda onun Türkmen Beylerine mensup olduğu anlaşıldı. Bizans komutanı zaferinin bir nişanesi olmak üzere Çaka’yı o zaman İmparator bulunan Nikaforos’a gönderdi. Çaka Bey, Türkmen kıyafetiyle Bizans sarayına getirildi. İmparator, gence:
Adın ne ?
Dediği zaman, O, vakur ve yiğit bir tavırla:
Çaka! Dedi.
Çaka’nın erkek tavırları İmparatorun çok hoşuna gitti. Gülümseyerek:
Bu sarayda senin unvanın “Protonolilismus” olsun! diye iltifatta bulundu. Çaka, diğer esirler gibi ağır işlerde kullanılmayıp, sarayda alıkonulmasından memnun olmuştu. Burada Homeros’un İlyada adlı meşhur eserini okuyacak kadar Yunanca öğrendi.
Asil bir soydan gelen Çaka, Bizans sarayında bir şehzade muamelesi görmekte idi. Fakat Bizans tahtına Aleksi Kommen’in geçmesi üzerine Çaka’nın hayatında yeni bir devir açıldı. Yeni imparator, Çaka’dan hoşlanmamıştı. Onu sarayda kazandığı bütün imtiyazlardan mahrum etti. Saraydan da çıkardı. Esasen kabına sığmayan Çaka için bu zaten çoktan beri arzu edilmekte idi. Bir fırsatını bularak İstanbul’dan İzmir’e kaçmaya muvaffak oldu. Bu maceradan sonra onu, müstakil bir Türk Beyi olarak görmekteyiz.

Çaka Bey, İzmir’e gelir gelmez, Türkmen oymaklarından birçok yiğitleri başına topladı. Bu kuvvetlerle İzmir şehrine taarruz ederek burayı Rumların elinden almaya muvaffak oldu. Bu suretle İzmir’in ilk fatihi Türkmen beylerinden Çaka Bey’dir.

Çaka Bey fethettiği İzmir şehrinde bir Türk Beyliği kurarak hükümdarlığını ilan etti. O tarihlerde Efes şehrini de yine Türkmen Beylerinden olan Tanrıvermiş Bey zaptetmişti. Çaka Bey, İzmir’de evlendi. Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyaya geldi. Çaka Bey’in, Yalvaç adında bir erkek kardeşi vardı. Çaka Bey, İzmir’e ve Ege Denizi adalarına sahip olmak için bir donanmaya ihtiyaç olduğunu hissetti. Bu sebeple İzmir limanında elde ettiği ustalar vasıtasıyla bir donanma meydana getirmeye muvaffak oldu.

Akdeniz’de Türklerin ilk denizcisi Çaka Bey’dir. Meydana getirdiği bu Türk donanması ile Ege Denizi’ne açıldı. İlk defa Türk Bayrağını Akdeniz’de dalgalandıran deniz kahramanımız olmak vasfını kazandı. Onun donanması kırk gemiden ibaretti. Bu gemilerin üstü kapalı yapılmıştı.

Çaka Bey, bu donanması sayesinde ilk defa Foça şehrini zaptetti. Bundan sonra gemileriyle Midilli adası önüne gelerek onları harp düzeninde dizdi. Midilli Valisi Alpos’a, adanın teslimi için haber gönderdi. Kan dökülmeden bu adanın tesliminin kendisi için hayırlı olacağını bildirdi. Midilli Valisi, Türk donanmasından korkarak bir gemi ile İstanbul’a kaçtı. Türk askerleri Midilli Adasına girerek şehrin kalelerine Türk bayrakları çektiler.

Çaka Bey Midilli’yi fethettikten sonra Sakız Adasına da asker çıkararak bu adayı da elde etti. Bir yıl sonra da Sisam ve Rodos adalarına asker çıkararak bu iki adayı da mülküne kattı. Bu suretle Ege Denizi’nin irili ufaklı adaları İzmir Türk Beyliği’ne geçmişti.
Çaka Bey’in adaları birer birer zaptetmesi üzerine Bizans İmparatoru Aleksi Kommen, iki kumandan idaresinde bir Bizans donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Çaka Bey’in kaptanlık yaptığı donanma, Bizans gemileriyle harbe tutuşarak birçoğunu batırdı. Diğerleri de Boğazı geçerek Marmara’ya kaçtılar. Birkaç gemileri de Türklerin eline geçti. Türklerin, Akdeniz’de Bizanslılara karşı ilk zaferleri bu deniz savaşı olmuştur. Karalarda her zaman muzaffer olan Türkler, kısa bir zamanda denizci olmuşlardı.
Çaka Bey’in bu başarısını gören Bizans İmparatoru, bu defa meşhur kaptanlarından Konstantin adında bir amiral tayin ederek Türklerin üzerine ikinci bir donanma daha gönderdi. Bu gemilerin içinde 500 kadar da Flandr’lı şövalye vardı. Donanma, Sakız Adasına yanaşarak asker çıkardı, kaleyi muhasara etti. Kaleyi müdafaa eden Türk askerleri, düşmanı içeri sokmadılar. Bu esnada Çaka Bey, İzmir’de bulunuyordu. Düşmanın geldiğini duyar duymaz, donanmasıyla Sakız Adasına hareket etti. Gemilerin birbirine zincirlerle bağlayarak hilal şeklinde düşmana doğru ilerledi. Bunu gören Bizans komutanı, bilmediği bu yeni harp usulünden adeta ürktü. Türkler geminin içinde davul ve zurnalar çalıyorlar, kılıçlarını havada döndürüyorlardı.

Türkler harbe gitmiyor, sanki bir bayram şenliği içinde bulunuyorlardı. Türklerin bu neşesi ve galeyanı Bizanslıların maneviyatı üzerinde tesir yaptı. Bu gemiler bir kale gibi yanaşık nizamda Bizans gemilerine yaklaşınca düşmanı bir ok yağmuruna tuttular. Sonra da yelkenlerini tutuşturmak için yağlı paçavralar atmaya başladılar. Bu hali gören Bizans, gemilerini geriye çekerek başka bir limana çekildi.

Bunun üzerine Çaka Bey Sakız Adasına çıktı. Türklerin karşısına atlı ve zırhlı şövalyeler uzun mızraklarıyla çıkıverdiler. Türkler bunları görünce derhal kılıçlarını bellerine takarak üç sıra olmak üzere yere diz çöktüler, şövalyelerin atlarına nişan alarak teker teker vurmaya başladılar. Hepsi yaya bırakılmışlardı. Durumu gören Türk askerleri Allah! Allah! diyerek yalın kılıç şövalyelerin üzerine yıldırım gibi atıldılar. İki kuvvet birbirine girmiş, kavga şiddetlenmişti. Düşman askerleri, Türkün kuvvetle salladığı kılıçlarla üçer beşer yere devriliyorlardı. Düşman askeri paniğe uğradı.

Çaka Bey, Sakız Harbinden de muzaffer olarak çıkmıştı.
Çaka Bey, bu zaferleri kazandıktan sonra kafasında büyük bir plan hazırladı. Çanakkale Boğazını geçerek Trakya’yı elde edecekti. Balkanlarda yaşayan Peçenek ve Hıristiyan Oğuzlardan bir ordu vücuda getirerek İstanbul’u zaptetmeğe karar verdi. Bu planını yerine getirmek için Balkanlardaki Peçeneklerle anlaştı. Peçenekler büyük bir ordu hazırlayıp İstanbul üzerine yürüyecekleri sırada Bizans İmparatoru bu tehlikeyi önlemek üzere aslı Türk olan Kumanlarla anlaştı. Onlara büyük vaadlerde bulundu.

Bu iki Türk kuvveti, 29 Nisan 1091 tarihinde birbirlerine insafsızca saldırdılar. Kumanlar, Peçenek Türklerini katlettiler. Evlerini yaktılar. Çocuklarına varıncaya kadar binlercesini kılıçtan geçirdiler. Çaka Bey Peçeneklere yardıma gelememişti.
1092 yılında Çaka Bey, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’la bir dostluk kurdu. O zamanlar Anadolu’nun en kuvvetli orduları Kılıçaslan’ın kumandasında bulunmakta idi. İznik şehrini hükümet merkezi yapan I. Kılıçaslan, durmadan Bizanslıların şehirlerini zaptetmekte idi. Çaka Bey, Selçuklu Türkleriyle dostluğunu kuvvetlendirmek için kız kardeşini I. Kılıçaslan’a vermek suretiyle akraba olmuştu.

Çaka Bey, Çanakkale taraflarını da ele geçirdikten sonra, Edremit şehrini mülküne kattı. Onun, Balkanlardaki Peçenekleri teşkilatlandırması, Çanakkale’yi alarak Marmara’ya doğru ilerlemesi, Bizans İmparatorunu fena halde ürkütüyordu. Çaka Bey’i, kuvvetle değil de hile ile yok etmeyi tasarladı. Bunu gerçekleştirmek için de Kılıçaslan’la bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Selçuklular, Çaka Bey’in Marmara’ya doğru ilerlemesine mani olacaklardı.

Çevrilen dolaptan haberi olmayan Çaka Bey, kuvvetleriyle durmadan Marmara sahillerinde ilerliyordu. Hatta Aydos’a kadar gelmişti. Halbuki bu bölgeler Selçuklu Sultanlığı hakimiyetinde bulunuyordu. Çaka Bey, birden bire karşısında Selçuklu ordularını gördü. Çaka Bey, I. Kılıcaslan’la boy ölçüşemezdi. Bunun için Kılıçaslan’la bir müzakereye girişti. Çaka Bey’in, Selçukluların Bizanslılarla gizli bir anlaşma yaptıklarından haberi yoktu Serbestçe, akrabasının karargahına gitti. Çaka Bey, aynı zamanda Selçuklular için de artık bir tehlike olmuştu. Kendisine, Kılıçaslan’ın karargahında mükellef bir ziyafet verildi. Bu ziyafette yenilip içildiği esnada I. Kılıçaslan, birden bire kılıcını çekerek Çaka Bey’e hücum etti ve onu öldürdü.
Bizans ve Selçuklular için bir tehlike olan Çaka Bey, bu surette ortadan kaldırılmış bulunuyordu.

Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, böyle bir hilenin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1097 idi. Böylece, İzmir Beyliği kuruluşundan sadece 16 yıl sonra yıkılmış oldu.

ÇAKMA TARİHÇİ YENİDEN

Mustafa Armağan ÇARPITMALARINA devam ediyor.

Lozan’dan sonra imzalandı dediği Chester Antlaşması Lozan’a ara verildiğinde ABD desteği için İMZALANMIŞTIR. Yıllardır Osmanlı zamanında verilen imtiyazlar nedeniyle TAMAMEN dış sermayeye mahkum edilmiş olan TÜRKİYE’nin içteki tüm yatırımları birdenORTADAN KALDIRILAMAZDI. Ayrıca Lozan’da kapitülasyonları kaldırma girişimlerimizin tümünü reddeden YABANCILARIN TEK korkusu TÜRKİYEDEKİ ÇIKARLARININ ve şirketlerinin ne olacağıydı. Ve Lozan’a bu anlaşmazlık nedeniyle ara verilen dönemde hem İzmir iktisat Kongresi ile ve bu CHESTER projesiyle yabancılara korkmayın yatırım yapın ama bizim şartlarımıza uyun mesajı verilmiştir.

Mustafa Armağan ÇARPITMALARIYLA yazdığı gazetedeki okuyucularını da tek yönlü bakış açısıyla kandırıyor. Tıpkı bir TV’de canlı yayında olmadığı halde kendini PROF olarak tanıtan muhabire düzeltme yapmayıp, söylediklerinin etkisini DAHA ÇOK artırmak için yaptığı gibi….Armağan, Chester tarihini başta Nisan 1923 diyor ama resim altında Lozan imzalandıktan sonra şeklinde hata yapıyor.Oysa Lozan’ın imza tarihi 24 Temmuz 1923’tür. Hükümet de kanunu Nisan’da yani LOZAN’da verilen arada çıkartmıştır ki ABD Lozan’da kendisini desteklesin.

ARMAĞAN kendi ÇARPITMALARINA dürüst iktisatçı BORATAV hocayı da alet ediyor. BORATAV’ın “1930lara kadar dediği halde Atatürk DÖNEMİNİN TÜMÜNÜ suçlaması herhalde kendi yanlılarının ABD’nin kucağına oturmasını gizlemek için OLSA GEREK. Hani suçlu olan suçu işler de başkasını suçlar ya kendisinden kuşkulanmasınlar diye, işte öyle bir şey…. O kadar ki yazısının sonunda da Boratav’ın cümlelerini kendi ideolojisine uydurmak için aralardaki cümleleri çıkartarak verebiliyor.

SORULACAK 4 SORU ŞUNLAR OLMALI:

1-Armağan, NEDEN Osmanlı’da 100 yıllığına verilen ve halkın sömürüldüğü İMTİYAZLARI unutup Lozan arası destek için verilen AMA UYGULANMAYAN Chester’ı DİLİNE dolar?…. Sakın ATATÜRK düşmanı bir gazetede yazdığı ve ona bu AMAÇ misyon olarak verildiği için OLMASIN..

2- Armağan NEDEN ülkemizin yeraltı kaynaklarının TÜMÜNÜ YABANCILARA VEREN Osmanlı dönemindeki YÜZLERCE VERİLEN AYRICALIKLARI değil de sadece Cumhuriyet ilan edilmeden verilen(Nisan 1923) imtiyazı YAZAR.?.

3- Armağan, Chester projesinin daha evvel Osmanlı zamanında TEMELİNİN ATILDIĞINI ve o zaman da imtiyazının verilip ertelendiğini ve aynı adamın(Chester) yeniden yetkililerle temas kurup imtiyaz almak istediğini de BİLMEZ Mİ acaba?

4-1930 öncesi Osmanlıdan kalan YABANCI SERMAYE varlığı nedeniyle eli kolu bağlı olan ATATÜRK 1932 sonrası tüm LİMAN, DEMİRYOLU VE ŞİRKETLERİ yavaş yavaş oralardaki yolsuzlukları da kullanarak SATIN ALDIRTTIYSA hata mı işlemiştir.? Sayın Armağan o tarihten sonra yapılan DEVLETLEŞTİRMELERİ ve satın almaları bilmez mi? Bilir bilir de hani demişlerdi ya bilmezler duymazlar görmezler!

Düşünebiliyor musunuz Lozan arası ABD desteği için daha evvel temeli atılmış bir imtiyaz verilmeye kalkılmış(ama uygulanmamış) ve bunun için Armağan okuyucusunun Atatürk düşmanlığını sömürmek için “ülkemizin yeraltı madenleri kendilerine altın bir tepsiyle sunulmuş” diyebiliyor. Yine bunlar masal anlatıyor diyebiliyor. Kanun çıkmıştır ve ABD kabul etseydi uygulanacaktı da belki ama Armağan EMİN OLSUN 1930 sonrası MUTLAKA satın alınırdı diğerleri gibi….

Armağan bunları BİLMEZ ama kendisinin genelde zıttı olan ama bu konuda ortak düşündükleri belli olan bir başka BİLMEZ BÜLENT CAN’ın “Kemalistler belli bir emperyalist devletin ordularına karşı ciddi bir fiili “kurtuluş” savaşı vermediği gibi, emperyalistlerin oyununa gelmiş Yunanlılarla arasındaki savaşta birçok emperyalist devleti yanına almıştı. Batı’ya yapılan pazarlıklar ise sadece Birinci Dünya Savaşı sonrasında dayatılmak istenen koşulların düzeltilmesi pazarlığıdır. (s. 190).cümlelerini de kullanarak SON DÖNEMDE KURTULUŞ SAVAŞI OLMAMIŞTIR SAÇMALIKLARINA DAdestek çıkmıştır.

Armağan tarihçi olmadığı için o dönemin olaylarına günümüz kavramlarıyla bakıp oldukça da yanılıyor. Atatürk’ün 27 Eylül 1922′de bir yabancı gazeteciye “ülkemizde siyasi tutkulara sahip olmadıkça Amerikalıların Türkiye’deki petrol alanlarını işletmesine karşı olmadığını” belirtmesini de “küreselleşmeci” diye YAFTALIYOR. Oysa o dönemde ABD bugünkü ABD değil…Bütün dünyada emperyalistlikleri tescilli İngiltere, Fransa ve Rusya’dan farklı olarak kurtarıcı ABD rolünde ve yıllarca kendi kıtasında kendi iç işlerine bakan MONROE doktrinine de sıkıca bağlı. O kadar ki Osmanlının başkenti İstanbul’da padişah onaylı Wilson İlkeleri Cemiyeti kurulduğu gibi, Erzurum’da bile Wilson İlkeleri Cemiyeti için pankartlar açılabiliyordu. Armağan bunları bilmez mi? Bilir ama dediğim gibi…Misyonu olduğu için Atatürk’ün 1923’te verdiği “Biz Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz, çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. Zengin ve çeşitli milli kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Kalkınmamızda Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız” demecini de anladığı halde amacını gizlemek için kendi ideolojisine alet eder.

Sayın Armağan Chester projesinin maddelerini vererek güya halkı kandırmak istiyor AMA Osmanlı’da yapılan ve maddeleri çıldırtacak kadar tavizkar olan İMTİYAZLARı neden unutur. CHESTER’IN BU MADDELERİ DE genelde verilen imtiyaz maddeleridir. Osmanlı’da verilen demiryolu imtiyazında yabancı şirketin elde ettiği, hattın 20 km sağı ve solundaki her türlü maden işletme hakkının ve asar-ı atika denilen eski eserlerin kullanım hakkını da BİRİLERİ Armağan’a anımsatmalı. Anımsatmalı ki bir hafta önce geri getirilen TRUVA hazinelerinin NASIL ve KİM zamanında YURTDIŞINA kaçırıldığını bilsin.

Bilsin ki DÖNEMİN MÜZE MÜDÜRLÜĞÜ YAPAN Hamdi Bey’in Abdülhamit’in önüne yatarak “benim cesedimi çiğnemeden bu eserleri gönderemezsiniz” cümlesini de anlasın… MUSTAFA ARMAĞAN, artık kendi ideolojisi için TARİHİ SAPTIRMAYA son vermeli… ”

alıntı.M.EMİN ELMACI

TÜRK ler ve DİNİ YAŞAMLARI IV

BUKUKAGAN ::îranlı Ğuvaini’nin anlatımında,bu söylen orijinal biçimine oldukça yakındır: “Karakurum’daki iki nehir, yani Tuğla (Tola) ve Selenga nehirleri Kamlancu adlı bir yerde birleşirler. Bu iki nehrin arasında iki ağaç bulunmaktaydı. Birinin adı kusuk (Sibirya sediri),diğerinin adı ise toz (kayın) idi. Bu iki ağacın arasında büyükçe bir tepe yükselmekte ve gökten üzerine ışık düşmekteydi.
Gün geçtikçe tepe daha da büyüdü. Uygur boyları bu tuhaf manzarayı görünce, hayretler içinde kaldılar. Saygıyla ve itaatkâr bir şekilde tepeye yaklaştılar. Kulaklarına, bir melodiyi andıran armonik sesler çalınıyordu. Otuz adım mesafeye kadar tepenin etrafı her gece ışıklar altındaydı.
Günlerden bir gün, tıpkı hamile bir kadının doğurması gibi,bir kapı açılır ve çadıra benzer beş kulübe ve her birinin içinde oturan bir çocuk görünür. Her çocuğun ağzının önünde bir tüp asılıydı. Çocuklar gerekli sütü bu tüpten içmekteydiler. Rüzgar çocukların üstüne doğru esince,
güçlendiler ve hareket etmeye başladılar. Kısa sürede sütten kesildiler ve konuşmaya başladılar. Anne ve babalarını sordular. Halk onlara o iki ağacı gösterdi. Ağaçlara yaklaştılar ve terbiyeli çocukların anne ve babalarına göstermekle sorumlu oldukları her türlü saygı ve hürmeti,
ağaçlara gösterdiler. Çocuklar, üzerinde ağaçların büyüdüğü yere de saygı gösterdiler. Çevredeki bütün boylar çocukları ziyaret etti ve onlara, prenslere gösterilen hürmeti gösterdiler. Yanlarından ayrıldıklarında ise, her birine bir ad verdiler: Beşinciye Buku Kağan adını taktılar.”
T’u-küelerin söyleninde olduğu gibi, değişik tasarımlar birbirleriyle rekabet etmektedir: Birleşen nehirler, doğumun simgesidir; tepe, toprağın anneliğine işaret etmektedir; besbelli ki, burada yaşam ağacı ve toprak anaya ilişkin tasarımlar iç içe geçmiştir. Aynı şekilde, hem çocuk yapan ışık hem de emzirme temaları yer almaktadır. Nihayet, rüzgarın ortaya çıkmasının da bir anlamı olsa gerek.
Bir başka İranlı tarihçi olan Raşid-ad-Din Fadlallah tarafından aktarılan Kalaçların boy söyleni, şüphesiz çok daha fazla değişikliğe uğramıştır, ancak bu söylende bazı eski izleri görmek mümkündür. “Bir kadının bir çocuğu vardı. Fakat yaşanan kıtlık nedeniyle sütü yoktu ve çocuk açtı. Kocası arkada [ordunun gerisinde] kaldı, çakal bir sülün avlamıştı. Adam çakala doğru bir tahta parçası attı,sülünü aldı ve yemesi için onu karısına verdi. Böylece, karısının göğsü tekrar sütle doldu ve o da çocuğunu emzirdi.”
Çocuğun burada bir çakalın yardımıyla doyuruluyor olması,kadın-çakal şeklindeki asıl çiftin tekrarı olsa gerek.Söylensel bir birliktelik hakkında Oğuzname’de yer alan anlatılardan yalnızca biri vurgulanmıştır. Oğuz Kağan gibi böylesine bir varlığın doğumunu destekleyecek olan
anlatı maalesef kaybolmuştur. Burada söz konusu olan, bir boyun türeyişine ilişkin bir söylen değil, aksine daha sonraki bir döneme ait aynı yapıda bir söylendir. “Günlerden
bir gün, Oğuz Kağan —»Tengriden belirli bir yere gelmesini rica eder. Gökten —»Mavi bir —»Işık düşer. Bu ışık —»Güneşten ve -»Aydan daha parlaktır. Oğuz Kağan ışığa yaklaştığında, ortasında bir kızın bulunduğunu görür. Orada tek başına oturuyordu. Yüzünde, ateş ve ışıktan bir beni vardı.
Bu tıpkı Kutupyıldızı gibiydi. Bu kız o kadar güzeldi ki,güldüğünde mavi gök (-»Kök Tengri) gülüyor, ağladığında Kök Tengri ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce, aklı başından gitti. Aklını kaçırdı. Onu sevdi. Onu aldı. Onunla birlikte oldu. İçindeki arzuyu yerine getirdi. Kız hamile kaldı.
Üstünden günler ve geceler geçtikten sonra, üç erkek çocuğu dünyaya getirdi.”
Ayrıca Oğuzname’nin, popüler etimolojiler yaratmak suretiyle zikrettiği her halk için bir türeyiş yakıştırdığını belirtmeliyiz:
Saklab (Slav), şehri iyi muhafaza etmiş kişidir; Kalaç “burada kal ve [kuleyi] aç” emrini yerine getiren kişidir. Karluk ise, karlarla kaplı dağlarda bir kahramanlık sergileyen kişidir. Böylece Oğuzname, boy söylenini salt beşerî bir kahramanlığa dönüştürmektedir. Bu konudaki delil
ise, Kıpçaklar için oluşturulmuş olan etimolojidir: Adını almış oldukları -»Ataları, içi oyulmuş bir ağaç kütüğünde bir
-»Nehri geçer. Esasen kendisi bir ağaç kovuğunda doğmuş Böri. Kurt. Görünüşe bakılırsa eski Türk mitolojisinde en önemli rolü oynayan hayvandır. Büyük olasılıkla, Ata-Kurt şeklindeki
asıl söylence Hiung-nu’lar tarafından geliştirilmiştir.
Bu, bilinmeyen, fakat şüphesiz çok erken bir dönemde olmuş olsa gerek. Bu söylence milâttan önce bile, Isık Göl ve Ili’deki Hint-Avrupalı ya da Proto-Türk (Shiratori) Wu şunlar arasında iyice şekillenmiş görünüyordu. İki anlatı, bizim bu söylenceyle tanışmamızı sağlar. Her iki anlatı da, terk edilmiş bir çocuğu emziren dişi bir kurt ile onun üstünde daireler çizen bir kargadan söz eder. R. Stein, buna göre “bütün Türk halklarının, kendilerini […] bir kurt’un dünyaya getirmiş olduğu bir atanın soyundan gelenler olarak tanımladıklarını”düşünmektedir. Bu abartılıdır, çünkü bu
söylencenin dışında başka türeyiş söylenleri de mevcuttu.
Ancak kesin olan, M.S. 4. yüzyılda Kao-külerin (Ting-ling)bu söylene yeniden sahiplenmiş olduklarıdır. Ne var ki, biçimi biraz farklıdır: Bir prenses vahşi hayvanın eşi olur. 6.yüzyılın ortalarında T’u-küeler, bir çocuğa dişi bir kurt’un sahip çıkması ile cinsel birleşme temalarım muhafaza etmek suretiyle, her iki farklı anlatımı birleştirirler. Muhtemelen,Moğollar Ata-Kurt söylenini kendilerine T’u-küelerden daha yalan olan, ancak bu açıdan bakıldığıda en azından T’uküelerin ardılı olan bir halktan ödünç almış olmalıdırlar. Bu söylenin özenle betimlenmesi ve kayda değer etkisi sonucu,unutulmaya yüz tutmuş bir hayvana duyulan sevgi şüphesiz
yeniden canlanmıştır; özellikle Karahanlılar, bir süreden beri kurt’un yerine —Arslanı koymaya başlamışlardı. Şüphesiz Kırgızlar, kıırt’un yerine geçen ve genç kızların kocası olan kızıl bir —Köpeğin yer aldığı söylenleri Karahanlılardan ödünç almışlardır. Yine aynı şekilde, Oğuz Kağan Destanı’nın Uygur çeşitlemesindeki temaları yaygınlaştırmalardır.

Kendilerini “mavi”, başka bir deyişle göksel olarak nitelendiren T’u-küelerin etkisi sonucu, Ata-Kurt başlarda bilinmeyen bu sıfatı taşımaya başlar, ne var ki bu sıfatı “boz diye çevirmemek gerekir. Mavi kurt’un (kök böri) yanı sıra,Kâşgarlı Mahmud bizim henüz bir anlam veremediğimiz
kızıl ve kara bir kurt’tan (kara kızıl böri) bahseder. Kurt bir ata hayvanı olduğu için, onun resmi ya da başı sancak direklerinin ucunu süslemekte ve Türk muhafız kıtasındaki subaylar kendilerini “kurtlar” olarak adlandırmaktadır. Belkide,sancaktarın ordunun başında yürüyor olması, Oğuzname’den de çok iyi bildiğimiz üzere, özellikle yürüyüşlere kurt’urı liderlik etmesinin bir nedeni olsa gerek: “Ordunun başında mavi tüylü, mavi yeleli büyük, erkek bir kurt yürüyordu
Şöyle diyordu: Atma atla ve yola koyul Oğuz ben senin yerine başa geçerim. Sana yolu gösteririm.”Töles boylarının kurt başlı tanrısının aynı zamanda bir lider hayvan ve güçlü bir falcı olarak, kehanette bulunup ileride elde edecekleri başarıları söyleyerek kurucu kahramanın
yanı başında yer alıyor olması, insanların kurt’larla birlikte uludukları yolunda Kâşgarlı veya Nestor-kroniğinde yer alan Kumanlara ilişkin ritüelleri sınıflandırmayı çok güçleştirmektedir: Şüphesiz likantropiye uygun davranmakta, ancak en azından — Hayvanlar Aleminde yerlerini almaktadırlar.

Her ne kadar ona genel bir anlam kazandırılmak istendiyse de, Oğuzlarda, sadece Oğuzlarda oldukça ender rastlanan bir olgu mevcuttur: böri sözcüğü yasaklanmış ve yerine solucanın
adı olan kurt sözcüğü konmuştur.Buğra Kağan. Yağma boyunun lideri, Karahanlıların kralı olan
Buğra Kağan, daha doğrusu Satuk Buğra Kağan, tüm halkıyla birlikte İslamı benimseyen (960) ilk hükümdardır. Onun “erkek deve” anlamına gelen adı, açık seçik şekilde bir türeyiş söyleninin varlığını kanıtlamaktadır. Ne var ki, bu söylen kısa sürede unutulmuşa benziyor, çünkü
yerini başka bir söylen almış, kahramanı —»Arslan olan bir söylen. Buğra adı ise hanedanlıkta kullanılmaya devam etmiştir.
— Deveyi o boyun babası kabul ediyor oluşu çok kesin değil, çünkü Kâşgarlı, buğra sözcüğünün
bütün hayvanların erkeğini, özellikle boğa ve damızlık deve ile atı nitelendirdiğini belirtmektedir. Birçok mucize Satuk Buğra Kağan’ın doğumuna işaret etmektedir: deprem, su kaynaklarının oluşumu, bahçe ve çayırların yeşerip çiçeklenmesi.
On iki yaşındayken çıktığı bir av sırasında karşılaştığı bir tavşan, ona İslam dinini öğretir. 96 yaşına kadar hükümdar kalır. Dördü erkek, dördü kız olan sekiz çocuğundan bir kız, söylensel bir rol üstlenmiştir. Bu kızın adı,”alacalı ışık” anlamına gelen Ala Nur idi. Onu bir ışık hüzmesi
hamile bırakır ve bu da ancak, müslümanlar tarafından Ali ile özdeşleştirilen arslanın enkarnasyonu olabilir.
Elbette ki bu durum, Türk mitolojisindeki değişik ata hayvanlarına dayanmaktadır.Buku Kağan. Uygur tarihinin büyük şahsiyetlerinden biridir.
Şüphesiz, kendisi Töleslerin Ediz boyunun bir mensubu olup, 795-805 yılları arasında hüküm sürmüştür. Buku Kağan muhtemelen Manihaizm inancına geçtiyse de, Şamanizmin etkisindeki bozkırları temsil eden en önemli figürlerden biri kalır. Kendisi efsane ve söylenlere konu olmuş ve neredeyse her yerde ve uzun bir süre etkili olmuşlardır. Ğuvaini onun hakkında yazılmış muhtemelen en kapsamlı, belki de en ayrıntılı raporu sunuyor. Buku Kağan iki — Ağacın evliliğinden,bir — Işık Hüzmesinin etkisi sonucu bir dalın içinde doğmuş (buqu sözcüğü çoğu kez “budak”, “şişlik” olarak çevrilmiştir); duman deliğinden içeri süzülerek çadıra giren genç bir kızla evlenmiş. Bu ise dikey doğruyu, yani kızın gökten indiğini ifade eder. Bazı Türkler onun —Afrâsiyâb olduğunu düşünür Cehennem. “Cehennem” sözcüğü Soğd kökenli şu ifadeler ile
karşılanmaktadır: Codex Cumanicus’da tamuk, Kitab al-idrâk’da tamuv, Kâşgarlı Mahmud ve Houtsma tarafından yayımlanan lügatçede tamu. Bu sözcük oldukça geç bir zamanda ve
muhtemelen yabancı bir dinin, büyük olasılıkla Budizmin etkisi sonucu ortaya çıkmıştır. Ne var ki, daha önceden Uybat Yazıtında ifade bulmuştur. Bir cehennem kavramı Türkler tarafından eğer biliniyorduysa, bu kavram sadece sınırlı alanlarda ve bir ceza anlamında kullanılmış olmalı-
dır. Buna rağmen, üçüncü bir kozmik basamağa geçiş yolunda,başka bir deyişle önemli bir rol üstlenecek olan yerin altındaki dünyaya geçişte büyük ölçüde katkıda bulunabilmiştir.
Belki de, Abokan Yazıtında ic yer (“yerin içi”) olarak karşımıza çıkan odur.Dağ. îster kozmik bir dağ olarak dünyanın ekseni, imparatorluğun merkezi olsun, ormanlık bir yer, karla kaplı, ulaşılmaz
ve gizemli, isterse göğe daha yakın yüksekçe bir yer olsun dağ, Türklerin dinsel tasarımlarında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Eski dönemlere ait bilinen en tanınmış dağ —Ötüken’dir. Ancak o dönemlerde bile onunla boy ölçüşen başka dağ’lar vardı: Çin yıllıklarında geçen P’o-teng-ning-li (But Tengri), “dik bir şekilde yükselen yüksekçe bir dağ” ve üstünde “ne bir ot ne de bir ağaç” büyür. T’u-küelerin atalarının mağarasının bulunduğu ve şüphesiz Turfan’ın kuzeyinde
uzanan (Thomsen tarafından Tannu-Ola olarak teşhis edilen) Kögmen. Adından sıkça bahsedilen bu dağ, Ulan Bator Yazıtında bir dizi tanrı arasında anılan büyük tanrıdır.
Ayıca bu dağ, Baş Kağan idaresindeki birinci Uygur döneminde de anılmaktadır ve şüphesiz Ötüken sıradağları içinde yer alır. Aynı dönemlerde ve daha sonra bazen başka bölgelerdeki dağ’lardan da söz edilir. Bunlardan biri, Çiğil ile Karluk bölgeleri arasında, Isık Göl’ün kuzeybatısında uzanmaktadır.
Metinlerde, kurban sunmak üzere dağ’lara yapılan hac yolculuklarından bahsedilir. Ne var ki, kurbanın dağa mı yoksa dağ’daki başka herhangi bir güce mi sunulduğu her zaman
bilinmemektedir: bunlar çoğu kez genel kült mekanlarıdır.
Halkların kökenlerine ilişkin söylenler öyle görünüyor ki, çoğu kez halkların dağ’larm arasına çekilip kendi içlerine kapanarak uzunca bir süre geçirdiklerinden ve genellikle bir hayvanın önderliğinde buradan çıkarak güç kazandıklarından bahseder. Boodberg sezgilerinden hareketle, “dağların arasından çıkışın Orta Asya’daki tüm söylencelerin özünü”oluşturduğuna inanır; karakteristik bir örnek olarak T’opaları verir (bunlar kısa bir süre sonra Çin’in Weiları olacak
olan Tabgaçlardır), fakat unutmamak gerekir ki, olaya tarih sel açıdan bakarsak eğer, T’u-küeler Altay dağlarmda demirciydiler.
Türklerin batıya girişi sonraları şu şekilde ele alınmıştır: Yakın Doğulu tarihçilere göre, Türkler kendilerini tutsak kılan kapıyı boz bir köpeğin önderliğinde zorla kırıp açmak zorunda kalırlar.Değişimler. Eski Türklerin tasarımlarına göre bir insanın öldükten sonra bir kuşa dönüştüğüne değil, aksine kuş biçimindeki — Ruhun vücudu kendine özgü bir biçime girerek
terk ettiğine inanıyoruz. Ancak varlıkların ve cinlerin temelden zoomorfik oluşu, eski dönemlerde olduğu gibi sonraları da insanın bir — hayvana dönüşebildiği ya da daha doğrusu hayvan biçiminde görünebildiğini ortaya koymaktadır. Sık sık mecazlar, eğer bir insanı bir hayvanla kıyaslıyorsak, bu insanın o hayvan olduğu anlamına geldiğine inanmamıza yol açar; fakat hiçbir belgede her iki görünüm biçiminde bir varlık yer almamaktadır. Belki de Nestor-kroniğindeki bir raporda, bir Kuman prensinin likantropik olduğuna ilişkin bir anıştırma mevcuttur. Kurtlarla birlikte ulumak için geceleyin kampı terk eden bu prens her ne kadar bir — Kurda dönüşmüyorsa da, en azından onların arasına katılmaktadır.
DEVE… Deve Türk halklarının ekonomisinde daima önemli bir rol üstlenmiştir. Devenin önemine işaret eden mevcut çok sayıda kanıt konusunda, Kâşgarlı Mahmud’u anımsamak yeterli
olacaktır. Kendisi sözlüğünde deveyi en az altmış kez anmıştır. Ne var ki, mitolojide ve dini gelenekler içindeki önemi daha ziyade sınırlı olmuş olsa gerek ve biz onun tabulaştınldığını
varsaymalıyız. Çıkarsayabildiğimiz kadarıyla,deve diğer tüm —Kurban Ritüelleri ve ölü için sunulan kurbanların dışında tutulmuştur. Elbette devenin etinin yendiğinden hiç söz edilmez, hatta müslüman muhabirler deve eti yemenin yasak olmuş olduğunu iddia edecek kadar ileri
giderler. Örneğin Abu-Dulaf Mis’âr Ibn-Muhalhil bunu açıkça belirtir; Kırgız ve Çiğillerden bahsederken Yakut tarafından alıntılanır.
Çok eskiden, Irk Bitig’de geçen üç anekdot (kehanet) deveye yine de belli bir rol yükler. Bunların ikisi, tüm tuhaflıklarıyla ortaya sorunlar atmakta. Anekdotların birinde erdişi bir deve yer alır .
Devenin salyası —Gökyüzüne ulaşmakta ve —Yeryüzünü ıslatıp kaplamakta. Bu ise, uyuyanları uyandırmakta ve yatanları ayağa kaldırmaktadır. Üçüncü anekdotta, bir hükümdarın oğlunun [bey) doğumu anlatılmakta. Bu, bir devenin doğumu ve bir tayın dünyaya gelişi ile aynı zamanda
gerçekleşmektedir. Türk sözlü geleneğinde, bu gibi aynı anda olan doğumların her zaman bir anlamı vardır ve bazen akrabalık bağları oluştururlar.
Tüm yasaklara rağmen devenin üstünde yatan insanların onunla akraba olabilecekleri düşüncesi, Satuk — Buğra Kağan’a ilişkin öykü ile kanıtlanmaktadır. Büyük olasılıkla Satuk Buğra Kağan adı, onun ataları arasında bulunan bir deveye işaret etmektedir. Moğolistan’da kayalara yapılmış çizimlerle kanıtlanmış olan, develer arasında dövüş düzenleme geleneği, aynışekilde (tüm hayvan dövüşleri gibi) şamanist kökenli söylenleri veya boy söylenlerini akla getirmektedir.
Dünyaya bakış. Çok muhtemeldir ki, eski Türkler kendilerine özgü ve dünyaya ilişkin bir bakış geliştirmekle kalmamışlar,bu ayrıca dünyaya bakış altında anladığımızla her zaman
örtüşmemektedir. Uzak Doğu’nun etkisi altinda bulunuyorken eski Türklerin tasarımları daha farklıydı. Batıya göçtükten sonra bu tasarımları değişmiştir, ancak ne ölçüde değiştiğini kesin bilmiyoruz. Orhon ve Ongin Yazıtlarının bizlere aktardığına göre, evren iki ana bölgeyi, yani yukarıda — Gök ve aşağıda — Yeri kapsamaktadır. Yerin altında,üçüncü bir kozmik bölgenin bulunduğu yolunda bir tasarımın varlığına ilişkin bir varsayım konusunda kesin bir dayanak
mevcut değildir. Bu tasarım ancak sonraları çok önemli bir rol üstlenecektir, ne var ki çok sonra oluşmuş olmalıdır.
Gökyüzü yeryüzünü kaplamakta ve onu korumaktadır.Yeryüzü muhtemelen göğü taşımakta, fakat bunun nasıl olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Şüphesiz bu ikisi bir eksen ile birbiriyle bağlantılıdır. Bu eksen bir dayak da olabilir.
Evrenin iki basamağı arasında bir bağ kurmak, ancak konuya hakim olanlar, yani hükümdarlar, göksel güçler ve cinler için mümkündür. Görünen o ki, kozmik düzen gök ile yer arasındaki dengeye bağlı. Felaketler şu tümceyle izah edilmektedir: “Gök ile yer arasında bir kargaşa yaşandığından …” Kimi belirtiler, örneğin üst üste gelmiş kesitlerden oluşan bir eksen gibi görünen bazı çizimler, o dönemde birbirini takip eden basamaklardan ibaret bir gökyüzü tasarı-
mının oluştuğuna işaret etmektedir. Ne var ki, bu tasarım henüz açık seçik bir şekilde ifade bulmaz. Çinlilerin dört köşeli yeryüzü ve bu dört köşenin üstünde yer alan daire biçimindeki gökyüzü düşüncesine, görünüşe göre Orhun’daki Türklerde ve Yenisey’deki Kırgızlarda da rastlanmaktaydı.
T’u-küeler ve Uygurlar (aslen Veda dilinden geçmiş,fakat şüphesiz Çin’den ödünçleme yoluyla girmiş olan)kaplumbağayı mezar taşlarında kaide olarak kullanmaktalar.
Bu hayvan, biçimiyle göğü ve yeri temsil etmekte ve herkes doğrudan göğün altında, yeryüzünün ortasında yaşadığı gerçeğinin bilincinde. Çoğu kez, yeryüzünün dört köşesinden ihmal edilmiş bölgeler olarak söz etmekteler. Bu bölgelerin, gökyüzü tarafından korunmayan bölgeler oldu-
ğunu anlayabiliriz. Bu tasarım çok yaygın olsa gerek. “Koşe” anlamına gelen bucak sözcüğü ye-
rine Uygurca’da “yan”anlamına gelen yingak sözcüğü kullanılmaktadır, ancak bu tam karşılığı olmasa gerek. Fakat tienice-Kıpçakca bir sözcük olan bucak uygun bir karşılıktır (Osmanlıların dilinde bucak). Tonyukuk Yazıtında, okyanusa uzanan bir —• Nehirden söz edilmektedir. Bu, Huang-ho deltası olabileceği gibi, erken ve klasik coğrafyada geçen ve tüm dünyayı kuşatan nehir-deniz (—»Nehir) tasarımına da karşılık gelebilir.
T’u-küelere göre, dünya doğan — Güneşe göre düzenlenmiştir.Doğu her zaman “ön” olarak adlandırılmaktadır. Arka ise batıdır, yani batan güneş. Sağda, güneyde Çin ve solda, kuzeyde ise orman bulunmaktadır. Çin metinlerine göre, hükümdar oturduğunda sürekli doğuya yönelir, çadırın
girişi ise doğan güneş yönündedir.Bir Türk tarafından çizilmiş en eski dünya haritası Kâşgarlı
Mahmud’un haritasıdır. Bu harita, yeryüzünü bir dairenin içinde göstermektedir. Dolayısıyla önemli bir değişikliği saptamaktayız ve bu şüphesiz müslüman etkisine, yani klasik Batlamyus tasarımına dayanmaktadır.Ejderha. Büyük olasılıkla Türkler ejderha figürünü ve onunla ilgili tüm tasarımları Çinlilerden ödünç almışlardır; ona takılan eski isim, luu adı bunun bir kanıtıdır. Bazı gruplar bu
tasarımların oldukça etkisinde kalmış olmalı ki, bugün bile Türkiye’de hâlâ Çin düşünce tarzına uygun söylenceler bulmak mümkündür. Kimi grupları ise ejderha fazlaca ilgilendirmemiştir;
onlar fabllarda geçen ve yabancısı oldukları bu hayvanın yerine, özellikle Oniki Hayvanlı Takvimde görüldüğü üzere, başka hayvanlar koymuşlardır. Özbekler, Azerbaycanlılar,Türkmenlerin bir bölümü ve Sinkiang Uygurları ejderhanın yerine balığı, Hakaslar ise kertenkeleyi koymuşlardır.
Kâşgarlı ise ejderha sözcüğünü (Arapça) timsah olarak tercüme etmektedir; bunu ise Türkçe’deki ntik sözcüğü karşılamaktadır. Batı Türk dünyasında ejderhaya ilişkin tasarımlar, büyük klasik kültürlerden olan İran ve Yunan kültüründen etkilenmiştir. Böylece spesifik bir tasarım oluş-
muş ve bunu da aynı şekilde spesifik bir isim olan evren sözcüğü karşılamaktadır. Her ne kadar Pritsak, —Börü (kurt)sözcüğünü Bulgar prensler listesindeki veren olarak alımlıyorduysa da, bu sözcük açıkçası evrenin bir göçüşmesidir,dolayısıyla Türkçe’ye çok erken dönemlerde girmiştir. Etimolojisi bellidir: evir (dönmek) fiilinden -en ekiyle türetilmişbir sıfat-fiildir. Kutadgu Bilig’de evren bilimine ayrılmış bir bölümde, bu sözcüğün asıl işlevi ifade bulur: “Bak, o sürekli
dönen ejderhayı yarattı.” Selçuklu dönemine ait resimler ile heykel ve seramiklerde, bazen bir kemerin ucunda, bazen de bir ağacın köklerinin dibinde temsil edilmektedir: uzun,yılan biçiminde bir vücudu olan ve eğilip bükülerek düğümler atan, başka bir deyişle kendi etrafında dolanan bir
ejderha. Müslüman Türk kültüründe daha iyi gözlemlediğimiz farklı özelliklerinin yanı sıra, ejderhanın -»Yılan familyasından olduğu anlaşılmaktadır. O, yılanların kralı olup,görevi insanları yutmaktır. Rutubet ve yer altı dünyası ile ilişki içindedir. Buna rağmen -bugüne kadar görülmedik bir şekilde- kışı yerin altında geçiren ejderha ilkbaharda dışarı çıkar ve yazın göğe yükselir: Yani ejderha “iki değerlikli”, kışın yerin altında yaşayan bir hayvan ve yazın en sıcak döneminde hüküm süren tanrısal bir hayvandır.

DERLEME..kafkasyıldızı